“Nasreddin Hoca’nın emektar bir merkebi varmış. Yıllarca suyunu, odununu ve hattâ kendisini taşımış, türlü eziyete katlanmış, efendisinin cefasını çekmiş. Nihayet ihtiyarlamış, çökmüş, işe yaramaz hale gelmiş. Hoca, bu sadık fakat amelde sakıt hizmetkârı başından defetmek için önce pazara götürmüş, satılığa çıkarmış… Alıcı bulamamış. Bunun üzerine, kendi kendine ecelini beklesin de ne hali varsa görsün diye kıra salıvermiş. O sırada, Timurleng, ava çıkmış imiş. Dağda, kendi başına dolaşan eşeğe rastlamış. Zalim hükümdarın buncağıza acıyacağı tutmuş. O saat emir vermiş:
--- Tez! Bu eşeğin sahibini bulun!
Akşehir ufacık yer. Biraz sonra Hoca’yı bulup buluşturup, aksak Timur’un huzuruna çıkarmışlar. Timur, pürhiddet sormuş:
--- Bu eşek senin mi?
--- Benim!
--- Ne diye kıra koyuverdin?
--- Artık ihtiyarlamış, işe yaramaz olmuştu da, ondan!
Vay! Sen misin bu cevabı veren?! Timur büsbütün köpürmüş ve:
--- Şimdi, demiş, onu alacak ve evine götüreceksin. Ahıra bağlamak falan yok, kendi odana alacaksın. Besliyecek, tımar edecek, kardeşin imiş gibi bakacaksın. Hiçbir zahmete sokmayacak, en ufak bir iş dahi gördürmeyeceksin. Yoksa senin kelleni uçururum. Emektarlara hürmet etmeyi öğren, anladın mı?
Aksak Timur’un emrine karşı konur mu? Zavallı Hoca:
--- Başüstüne! yi bastırmış, eşeğini almış, götürmüş eve.
Bir ay, iki ay… Rahata konan eşek cenabları geliştikçe gelişmiş, tavlanmış.
Nihayet bir gün, odanın kilimleri üzerinde yuvarlana yuvarlana keyfe gelmiş ve uzun uzun anırmış.
Bahçede herhangi bir işle meşgul bulunan Hoca bu nârayı duyar duymaz, eve doğru dönmüş, ve acı acı içini çekerek:
--- Zırla koca eşek, zırla! demiş; Timurleng gibi arkan var.
Nasreddin Hoca nur içinde yatsın! Filhakika, nice eşekler biliriz ki, serbestçe zırlayabilmelerinin yegâne sebebi, kendilerine birer Timurleng’in zahir olmasından ibarettir! “
[Ercümend Ekrem Talû, 1941 yılı, Son Posta Gazetesi]
***
Araplar’ın Nasreddin Hoca’sı olan Ebu Nevvas’ın bir fıkrası (hikâyesi):
“Ebu Nevvas, günün birinde, Halife Harun Reşid’i fena kızdırdığı için zindana atmışlar:
Hiciv yüzünden uğradığı felaketten, bir kaside ile sıyrılmak için bir kaside yazarak yüksek sesle okumağa başlar:
Bir okur, beş okur, bir de bakar ki bu güzelim kasideye zindanın sağır duvarlarından başka kulak asan yok. Fakat, bir aralık, serserinin biri karşısına geçip diz çökerek ağlamağa başlar. Şair, bundan sevinerek yerinden fırlar, herifin boynuna sarılarak sorar:
--- Kasidenin hangi parçası seni müteessir etti? Bana söyler misin ey benim insan evlâdım!
Herif, gözlerinin yaşını koluyla silerek, burnunu çeke çeke ve ekeş bir lisânla şu cevabı verir:
--- Bir anam vardı, pek genç yaşında öldü, Sen sabahtan beri bağıra bağıra bir şeyler okurken, yelpazelenen sakalına baktım da, anacığımın çok sevdiği keçisi hatırıma geldi. Şimdi Hem o güzel hayvanın, hem de sevgili anamın hâtıralarına ağlıyorum.“
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.
[Haber Gazetesi, 1942 yılı]
****
Saklı Kalan Şiirler köşemizin ilk misafiri Erzurumlu olan, 1932-2006 yılları arasında yaşayan asıl adı Yaşar Yılmaz olan Âşık Reyhanî:
ÖLDÜN KURTULDUN
Bir Abdullah vardı öldü dediler
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Kefenin komşular aldı dediler
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Zaten senin köyde neyin var idi
Herkes sana baş hizmekâr der idi
Kazancını köy ağası yer idi
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Bir eşeğin vardı suya gitmezdi
Ahırdan çıkmaya dizi tutmazdı
Bu yoksulluk seni heç unutmazdı
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Kelepçeler açılmazdı kolundan
Hakim savcı anlamazdı dilinden
Köyde zalim ağaların elinden
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Gömleğin yok haziranda üşürdün
Arkan ile kuru geven taşırdın
Her battıkça acı acı kaşırdın
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Üç yüz altmış gün oruç tutardın
Senede bir defa iftar ederdin
Et görseydin çiğnemeden yutardın
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
Reyhanî’yim ıskatına oturduk
Yarı buçuk bir salavat getirdik
Şeker telisine sardık götürdük
Ne ey oldu gardaş öldün kurtuldun
**
İkinci şiirimiz 1833-1922 yılları arasında yaşayan, Sivas-Şarkışlalı ve asıl adı Hacı olan Âşık Serdarî’ye ait:
Nesini söyleyim canım efendim
Gayri düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhâl eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
Sefil ireçberin yüzü soğuktur
Yıl perhizi tutmuş içi koğuktur
İneği davarı iki tavuktur
Bundan gayrı yoktur malımız bizim
Reçberin sanatı bir arpa tahıl
Havasın bulmazsa bitmiyor pahıl
Tecelli olmazsa neylesin akıl
Dördü bir okkalık dolumuz bizim
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara hâlini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selâm vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Evlât da babanın sözün tutmuyor
Açım diye çift sürmeye gitmiyor
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
Başımıza belâ dölümüz bizim
Zenginin sözüne belî diyorlar
Fukara söylese deli diyorlar
Zemane şeyhine veli diyorlar
Gittikçe çoğalır delimiz bizim
Sekiz ay kışımız dört ay yazımız
Açlığından telef oldu bazımız
Kasım demeden buz tutuyor özümüz
Mayısta çözülür gölümüz bizim
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fâkiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim
Zenginin yediği baklava börek
Kahvaltıya eder keteli çörek
Fukaraya sordum size ne gerek
Düğülcek çorbamız balımız bizim
Serdarî halimiz böyle n'olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır ilimiz bizim