Bu şehirde hep onu aradım. Bıkmadan usanmadan yaz kış… Aradıkça hep kayboldum… Buzun eriyerek suya dönüşmesi gibi bir kayıp bu… Onu arayayım derken kendimi, kendimi ararken buluyordum hep. Günlerim böyle akıp gidiyordu. O, ben oluyordu, ben de onun içinde kendimi arayan "beni" buluyordum.

Hatiften gelen sesler eşliğinde yürüyüşlerim aralıksız sürdü. Onun sesiyle uyarılıyordum sabah akşam. Hurma yumuşaklığında tatlı, lahuti, dupduru bir ses… Beni çağırıyor, kendine çağırıyor, içine çağırıyor. Yaklaşıyorum, yaklaştıkça hissediyorum. Kaçmıyor, tebessüm ediyor, sesime, ruhuma sarılıyor. Sarılıyoruz. Zaman bir uğultu makinesi. Onun sesi çoğaldıkça uğultular yerini sükûnete bırakıyor. Gördüğümle kalıyorum. Gül ve çiçek demetlerinin arasında sarıldığımın kendim olduğunu fark ediyorum bir zaman sonra.

Meğerse onunla kendimi arıyormuşum. Bir ışık hızıyla göğsünden göğsüme doğru bir şeyler akıyor, esir alıyor tüm benliğimi. Onun uzağında, kendimin yakınında beliriyorum gölge gibi. Onunla yürümek, onunla kalmak, onun ak göğsünün üstünde bir ben olmak, orada kalmak, ona kalmak geçiyor içimden. İçimden bir dünya geçiyor: O geçiyor, mevsimler geçiyor, yaz-kış geçiyor, dağlar, tepeler, ovalar, mavilikler, rıhtımlar geçiyor.

“Bana, beni ver” diyorum şehrin bir duldasında ışığına yakalanmışken. Yapraklarına dokunuyorum, şiirler dökülüyor dudaklarından aralıksız; aralıksız nefes alıp veriyor nefesi nefesime değercesine, “nefesin olmak istiyorum” diyor gözleriyle. “Seninle nefes almayı, seninle sabahlara uyanmayı öğret bana” diyor usulca, “kendime yetmiyor nefesim, nefesim nefesime yetmiyor çünkü!”

Harflerin anlamları arasında kayboluyoruz. Kaybettiğimiz yerde aramaya başlıyoruz birbirimizi. Aramak güzeldir ama kudret kalemi, yazgı onun elindedir. Önce kaybettirir, sonra buldurur, dilerse tabi! Âdem’i Serendib’e, Havva’yı dünyanın kalbine, Ebu’l-Kubbeys'e ışınlayan O’dur.

Gece karanlık, mesafeler kısa, zaman uzun. Ten ve can. Göz ve gönül. Sabah ve akşam. Beden ve ruh. Madde ve mana… Aynı değirmende dönüp dolaşan iki tende bir can gibiyiz, hikâye bu… Bir hikâyede iki can; iki canda bir nefes ya da bir nefes sıhhat!

Günlerden Cuma. Kar yağıyor lapa lapa… Erkenden uyandı bugün Saçları uzun Gülbahçesi. Gün ışımamıştı henüz. Sabahın loşluğunda attı kendini sokağa. Sokakta hafif bir rüzgâr, beyaza bürünmüş dallar, yollar ve insan seli…

Cami sokağından saptı kalbinin verandasına doğru. Onu gördü karşısında. Tanıdık bir yüze rastlar gibi dikkatlice baktı. Göz göze geldiler. Onun da aynı hissiyat ve dikkatle baktığını görünce tekrar tekrar rüyasını anımsadı ve kayıtsız kalamadı. Ona doğru yürüdü. Kendi içine yürür gibi. Onunda kendine doğru yürüdüğünü gördü. İki ses, iki ten, iki can... Aynı düzlemde, aynı yöne doğru akan iyi yıldız! Bir yerde, bir noktada, bir merkezde, bir ahenk içinde kavuşmaya, buluşmaya, vücut bulmaya hasret iki gizil can…

Gün ilerliyordu, zaman hızlı akıyordu, kar yağıyordu dağlara… Rüzgârlar esiyordu… Burçak tarlaları görünüyordu uzaklardan, çiçekler açıyordu, kuşlar ötüyordu, lapa lapa kar tanelerinin aydınlığında iki yüreğin kıpırtısına eşlik ediyordu şehrin minarelerinden uzayın boşluğuna doğru yayılan Ezan-ı Muhammedîler.

İki deniz birbirine karışıyordu, mesafeler bitiyordu, Saçları Uzun Gülbahçesi’nin sol göğsündeki deniz, sağ göğsüne doğru akıyordu. Nefesi, nefesine değiyordu kar tanelerinin; içine dolmasına, içine akmasına bırakmıştı kendini o gizil sıcaklığın.

Bir yerlerde cam kırıkları vardı, bir yerlerde bağ bozumları, bir yerlerde ölmeyecek olanların rüyası. Yüreğinin kıpır kıpır atışından, göğsünün inip inip kalkışından, med cezir gibi deli dolu dalgaların sahili vurmasından anladı bunu. Yaklaştıkça yaklaştılar birbirlerine. Rüzgâra karışmış fısıltılar aynı hızla kar tanelerine karıştı. Kar yağıyordu gökten şehre. Her kar tanesini bir melek indiriyordu... Şehir meleklerle dolmuştu. Melekler şehri, kırşehrî! Gel beni bul ey Saçları Uzun Gülbahçesi!

“Sen rüyamda gördüğüm meleksin!” dedi usulca. "Sende mi?", dedi. “Evet!” sesleri birbirine karıştı. Adını sordu kirpiklerine değen kar tanelerini silerken. "Adım mı?" dedi içime akan sıcak bir tebessümle. Sadece ilk harfini fısıldadı, "M" dedi buğulu bir ses tonuyla, “namı diğer Saçları Uzun Gülbahçesi"