Her insan derin bir kuyunun içindedir aslında. Marifet ise o kuyudan çıkabilmekte. Yüzümüz güneşi gördüğü halde, güne bir aydın yüzle başlayamıyorsak, ruhumuz kuyuda olmadığı halde, rutubetlenmiş demektir. Rutubet ise en sağlam duvarları yıktığı gibi kuyunun içindeki kalpleri de yok eder.

İnsanın iki tür hali vardır: Bir görünen tarafı, diğeri de kuyunun içindeki, bilinmez tarafı. Hayat, çoğu zaman insanların görünen yüzüyle tanımamızı sağlar, kimse kimseyi gerçek mânâda tanımaz.

Ömrümüzün çoğunluğu küçücük bir şehirde geçer de, hepi topu 5-10 km’lik bir alanın içinde, yine de hayat, yalnızca görmek istediklerimizden ibarettir. Belki de görmek istemezsin ötekilerin hayatını. Belki bir gün yolun düşer, çalarsın onların kapısını. Onlar ki düne kadar senin benim gibi bir hayat yaşıyorlardı belki. Kader ya da adına ne derseniz deyin, onları buralara getirdi. Hiç tanımazsak bir insanı; o bizim için yalnızca bir kalabalığın ögesidir. Ancak kapısını çaldığımızda, o beş dakikalık bir diyalogda artık duyguları, kaybedişleri ile bir insan vardır karşımızda. Dış sesimiz der ki, onlar bizim vatandaşımızın, hemşerimizin ekmeğini elinden alıyor, iç sesimiz ise yani kuyunun içindeki ses acıma hissi uyandırır, bir şeyler yapmak istersin, gücün neye yeter ki…

Yıllarını şehirde geçiren herkesin bildiği bir yerleşim alanı var, bilindik bir yer. Ancak ben o apartmanların, dairelerin önünden dahi geçmişliğim yoktu. Bir zamanlar şehrin gözde yerleşim alanları, şimdi viran olmuş bir halde. O binalar şehrin bir zamanlar ilk kaloriferli evleriymiş. Sahipleri kimlerdi kimbilir, neler yaşandı, ne düğünler oldu, ne hüzünler!  Yıllar, insanın yüzüne yaptığı gibi, o binaları da yıpratmış. Ne o eski sahipleri var, ne de yaşanmış anılar…

**

Şimdi sizlere bir filmden aldığım notları aktaracağım. Filmin adı, “Derin Kuyu”, Kazakistanlı olan yazar Abiş Kekilbayev’in aynı adlı eserinden filme çekilmiş:

“İnsanoğlu, ömrü boyunca elinde içi bal dolu bir kâseyle dolaşır durur. Bu onun umududur. Ama yürüdüğü yol, tümsek ve çukurlarla doludur. Kâse sallanır, balı dökülür. Bu balın kimseye faydası olmaz. Boşa döküldüğünden zehre dönüşür ve zehir ölümdür. Bu onun hayatının sonudur. Biz, ömrümüz boyunca yol yürür, hep o balın tadını almak isteriz. Ama bal yeterince tatlı değildir. Ağızda zehir tadı bırakır. Neden? Ömür yolunda balını bilerek dökersen, boş bir hayat yaşamışsın demektir. İnsanlara bu hayat veren şeyden bahsedip, birini kurtarabildiysen de, ışığı bulmuşsundur demektir. Bir insan mutluluğu bulabildiyse çok şey kaybetmiş demektir.

İnsanoğlu her şeye alışır da, yeraltının karanlığına alışamaz derler. Hayatın tadını, güneşin sıcaklığıyla ısınırken, etrafı, ailesi ve çocuklarıyla çevriliyken, onların ilgi ve alâkası eşliğinde bozkırın temiz havasını solurken çıkarır. Ama o durumda bile gözüne rahat uyku girmez. Bir de yerin altına girdiğini düşünün. Orada karanlıktan başka hiçbir şey olmaz. Tek bir insan sesi duyulmaz. Soğuk toprağın içinde yapayalnız kalır. Karanlık ve yalnızlık içini kemirmeye başlar ve hayal kurmaya koyulur. O tatlı hayaller olmasa, kimse böyle bir hayatı yaşamayı başaramaz.  Hayallerle avutur kendini. Ama o zaman da neyin içinde yaşadığının farkında olmaz. Yalan bir dünyanın içinde kaybolup gitmeye başlar.”

*** 

Saklı Kalan Şiirler köşemizin bu haftaki ilk misafiri Halim Yağcıoğlu, 1958 yılına gidiyoruz:

İŞTE

Bazen başımı alıp kaçayım kaçayım diyorum

Görülmedik, bilinmedik, duyulmadık ülkelere

Tadılmadık meyvelerin dal dal

Sarktığı bir yere.

Bazen elime fırçayı alıp

İnsan resimleri çiziyorum

Göz yapıyorum

Bebeğine dostluk koyuyorum

Ağız mı çizdim dudaklarına gülüş

En güzeli kalp çiziyorum meselâ,

Kalbi iyilikle, merhametle, sevgiyle dolduruyorum.

Sonra bayraklar çiziyorum

Sonra balonlar çiziyorum

Sonra bayram yerleri

Çiçekler, salıncaklar

Bayram yerlerinde genci, yaşlısı, kucak kucağa

Bütün şehirlerde, bütün evlerde mutluluk

Tel, duvak, kahkaha

Kederi yüzlerden siliyorum.

**

İkinci şiirimiz 1970 yılında yazılmış, şair Basri İmece:

KARDAN ADAM

Bembeyaz bir ruhu vardı

Kardan adamın;

Siyah düşüncelerden uzak

Baharlar kadar aydınlık…

Bilmedi hayatında

Kin, haset, kıskançlık;

Daima fenalıktan kaçtı

Tam örnek alırken insanlar

Ne yazık güneş açtı!

**

Üçüncü şiirimiz 1953 yılından. Şair: Hüsnü Yurdusev:

DÜŞÜNCE

Bakıyorum çekmecemde

Kuru bir gül ve mektuplar,

Ve bu an düşüncemde

Unutulmuş bir yâr!..

İtiyorum şuursuz

Kapanıyor çekmecem.

Ama yine kafamda

Açık kaldı düşüncem…