Balık tezgâhının başındayım, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Sıra dediysem önümde sadece bir kadın var.
Kadın, tezgâhın üzerindeki küçüklü büyüklü balıklara bakarak: "Bana bir kilo istavrit verir misiniz?" dedi. Balıkçı, balığı tartmaya başladığında da, "Balıklar taze mi?" diye sordu.
Balıkların gözlerinin feri gitmişti. Ölü balık gibi bakmak böyle bir şey olsa gerekti. Balık fiyatları diğer günlere göre daha düşüktü. Bu da balığın ellerinde kalmış olduğunu gösteriyordu. Yoksa bu fiyata hayatta satmazlardı. Ben balığı alıp almamakta tereddüt yaşarken, üzerinde su geçirmez bir tulum olan balıkçı, pala bıyıklarının altından gülerek konuşmaya başladı:
"Bu soruya nasıl cevap vereyim? Balıklar bayat mı diyeyim?"
Kadın, sorusunun çok saçma olduğunu anlamıştı. O da hafifçe gülümseyerek: "Evet, saçma bir soru oldu galiba." dedi.
"Ben size beklediğiniz cevabı vereyim o zaman." dedi balıkçı, "Balıklar taze."
Kadın, kendisine uzatılan balık poşetini alarak balık tezgâhını terk etti. Balık almaktan vazgeçmiştim. Manav reyonuna doğru ilerledim. Ama balıkçının konuşması hoşuma gitmişti. Onu düşünüyordum.
Bizler düşünmeden soru sorarız. Beklediğimiz cevabı duymak isteriz. İncelemeyiz. Sorgulamayız. Kendimizi yormayız. İsteriz ki her şey bize hazır sunulsun. Ya da kim bilir belki de inanmaya ihtiyacımız var. O kadın, balıkların bayat olduğunu biliyor. Fiyatı uygun diye alıyor. Üstelik de ucuz olduğu halde ancak bir kilo alabiliyor. Bütçesi ancak buna elveriyor. Onu rahatlatacak birkaç tatlı söze ihtiyacı var. Karşısındakinden bunu duymak istiyor. O sözleri duyunca gönlü rahat edecek. Yani aslında kandırıldığını biliyor. Buna bile bile lades denir. Ama ne yapsın? Nasrettin Hocanın hesabı, "Hırsızın hiç mi suçu yok!" Asıl suçlu hırsız, ama biz kral çıplak diyemediğimiz gibi bayat balığa da, "Bunları alın çöpe dökün! Bu bayat balıkları kediler bile yemez!" diyemiyoruz. Gönlümüz rahat etmese de çaresizlikten alıp yiyoruz.
Tezgâhlar arasında dolaşıp durdum. Neye elimi atsam ateş pahası. Akşama ne pişecek? Çoluk çocuk ne yiyecek? Her gün makarna yemekten usandık. Etin, kıymanın, tavuğun etiketlerine bile bakamaz olduk. Sebzenin, meyvenin fiyatı almış başını gitmiş. Alım gücü azaldıkça peynirin, kaşarın, zeytinin paketleri küçüldükçe küçülmüş, neredeyse aç bitirlik paketler yapılmış. Pastırmanın, sucuğun tadını ise neredeyse unuttuk.
Balık tezgâhının önüne tekrar geldim. Bir kilo balık da ben istedim. Ama balıkçıya, “Balıklar taze mi” diye sormadım. “Üç tarafı denizlerle çevrili... Balık deryası Karadeniz'i olan ülkemde, neden balık bu kadar pahalı, biz neden taze balık yiyemiyoruz, bu pahalılık da ne kardeşim, balık mı alıyoruz yoksa hindi mi...” gibi soruları aklıma bile getirmedim.
Bayat balıkları alarak kasaya doğru yürüdüm. "Eee, biz de halimize hiç şükretmiyoruz. Bu hayat pahalılığında balık alıyoruz da tazesini, bayatını arıyoruz. Bak, balıkla besleniyoruz, daha ne olsun. Şükredin biraz, şükredin!" diye mırıldanarak marketten çıktım.
Ya toprak ol
Ya da su
Sakın ateş olma