“Seviyorum!” diye haykırmak istiyorum tüm dünyaya.

“Duysun herkes duysun! Seviyorum arkadaş! Seviyorum! Mecnun’un Leyla’yı sevdiği gibi, Şirin’in Aslı’yı sevdiği gibi; Al Yazmalım, filmindeki İlyas gibi seviyorum… Herkes duysun Eren de İrem’i seviyor… Hem de İrem’in aşkı ile cayır cayır yanıyor.”

Birkaç ay olmuştu onu işe alalı. Saf, bebeksi yüzü; kaçamak bakışları, mesafeli davranışları, az ve öz konuşmaları etkilemişti beni. İnce, çöp gibi elleri, üflesen uçacak gibi narin bir vücudu vardı. O zayıf bedenden beklenmeyen bir güçle çocukları kucaklıyor, servise bindiriyor, indiriyordu.

Terlemesinler diye servisteki çocukların montlarını çıkarıyor, saçları dağılmış kızların saçlarını topluyor, örüyordu. Erkek çocukların bellerinden düşen pantolonları çekiyor, kemerlerini sıkıyordu. Kiminin burnunu siliyordu, kiminin terini… Çocuklara bilmeceler soruyor, fıkralar anlatıyor, şakalar yapıyordu. Onların uykularını dağıtmak için elinden geleni yapıyordu.

Servisten indirirken her biri ile ayrı ayrı ilgileniyor, montlarının fermuarını çekiyor, atkılarını sarıyor, şapkalarını giydiriyordu. Bir anne gibi öpüp, koklayarak yolluyordu okullarına. Çocukları güle oynaya okullarına bırakıyorduk. Çocuklar okula girene kadar arkalarından bakıyor, onlara el sallıyordu.

Güzergâhın biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Akşama kadar ben direksiyon başında, o ise arkada, çocukların yanında… Kafayı kaldırıp bir kez bile bana bakmıyordu. Onun işi gücü çocuklardı. Onlarla oynayıp, onlarla gülüyordu. Fakir ailenin, terbiyeli kızı olduğu her halinden belliydi.

Bir sabah, araba boş, çocukları almaya gidiyorduk. Ani bir fren yaptım. Kız neredeyse cama yapışacaktı, yerinden hopladı, üstelik de korktu. Dikiz aynasından bakarak:

“Kusura bakma.” dedim. “Önüme kedi çıktı, onu ezmeyeyim dedim.”

Dili ile dişinin arasında konuştu:

“Önemli değil Eren Bey. Dalmışım sadece.”

Evet, çok dalıyor, dalıp dalıp gidiyor. Ne düşünüyor acaba? Bir sıkıntısı mı var, yoksa? Onunla sohbet etmeyi, derdini dinlemeyi, ona çözüm bulmayı ne kadar da çok isterdim. Ama olmaz şimdi. Ne kadar oldu ki tanışalı? Günlerdir bu minibüsün içinde birlikteyiz, toru topu kaç cümle konuştuk ki?

Kapı kolundaki su şişesini uzattım.

“Su iç istersen.”

Olur, anlamında başını salladı. Su şişesini alırken yüzüme bile bakmadı. Ben de onun yüzüne bakamadım. Gözlerim su şişesini tutan parmaklarındaydı. Kibrit çöpü gibi ince, uzun parmaklar… Kansızlıktan olsa gerek bembeyaz görünüyordu. Parmaklarının uçları soyulmuş, ellerinin üstü çatlamıştı. Bakımsız, nadasa bırakılmış bir tarlaya benziyordu elleri.

İrem, suyunu içerken gözleri yine çok uzaklara daldı gitti. O gözlerde olmak, daldığı o ummanda yer alabilmek için her şeyimi verirdim.

Okul önünde çocukların gelmesini bekledik. Çocuklardan bir tanesi gelmedi. Gidip, okul idaresinden sordum. Meğer çocuk hastalanmış, babası gelip almış.

“Boşu boşuna bekletti bizi. İnsan haber vermez mi?” diye söylenerek bindim arabaya.

“Telaştan akıllarına gelmemiştir. Çocuklar hasta olunca anne, babaların aklı başından gider.” dedi. O ince, insanın ruhunu dinlendiren sesi ile… Az önceki öfkem dinmiş, sakince araba kullanmaya başlamıştım.

İrem’in gözleri sık sık dikiz aynasının üzerindeki dijital saate kayıyordu. Bir randevusu mu vardı acaba? Çocukları evlerine teslim etmiştik, işimiz bitmişti. Her zamanki gibi İrem’i sabah aldığım yerde, çarşı da, caminin önünde indirecektim. İrem utana, sıkıla:

“Eren Bey, size zahmet olmazsa beni petrolde bırakabilir misiniz?” dedi. “Çok geciktim de…”

Direksiyonu petrole doğru kırdım. “Allah Allah, akşam akşam bu kız petrolde ne yapacak?” diye içimi bir kurt kemiriyordu. İrem’i petrolde bıraktım. Arkasından da uzun süre baktım. Koşar adımlarla dinlenme tesisine girdi. Arabayı kenara çekip beş, on dakika bekledim ama İrem çıkmadı.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma (DEVAMI VAR)