Her eser bir planın sonucudur. Her şey bir ölçüye göre şekillenir. İnsan da öyledir.”  Halit Ertuğrul

Öldükten sonra unutulmak istemiyorsanız, ya okunmaya değer bir kitap yazın ya da yazılmaya değer işler başarın.”  Benjamin Franklin

***

10 Temmuz 1939‘da Tokat‘ın Zile ilçesinde Ziraat Bankası veznedarı Hüsnü Bey ile ilkokul öğretmeni Lütfiye Hanım‘ın oğlu olarak dünyaya geldi.

Ağabeyleri Mehmet Ali ve Mahmut’u İstanbul’a, Galatasaray Lisesi‘ne gönderen ailesi, Ahmet Taner’in yanlarında kalması kararını aldı.

Kışlalı, ilkokulu annesinin görev aldığı Kilis Kemaliye İlkokulu’nda bitirip (1951) ortaokul eğitimini Kilis Ortaokulu ve Kabataş Erkek Lisesi’nde tamamladı (1957).

Kışlalı, lisans eğitimine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Aynı zamanda Yeni Gün Gazetesi’nde spor muhabirliği göreviyle işe girdi. Kısa sürede gazetenin yazı işleri müdürlüğüne terfi etti ve 1962 – 1963 yılları süresince görevini sürdürdü.

1967‘de Fransız bursuyla girdiği Paris Hukuk Fakültesi‘nde doktorasını, “Modern Türkiye’de Siyasi Güçler” adlı teziyle tamamladı. Fransa’da tanıştığı Bordeaux’lu Nicole (Nilgün) ile 28 Mayıs 1968 tarihinde evlenen Kışlalı’nın, bu evlilikten iki kızı (Altınay ve Dolunay) dünyaya geldi.

1968 – 1972 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi‘nde Siyaset Sosyolojisi alanında öğretim görevlisi olan Ahmet Taner Kışlalı, vatani görevini yapmak üzere ayrıldığı görevine askerlik sonrası geri dönmedi. 1971 yılında TRT Bilimsel Başarı Ödülü’nü aldı. 1972 yılında doçent oldu.

1971 – 1977 arasında Yankı Dergisi’nin yayın yaşamında önemli rol aldı. Bu dönemde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ile tanıştı ve 1977 yılında CHP İzmir Milletvekili seçildi.

Bülent Ecevit tarafından kurulan 42. Hükümet‘teki Kültür Bakanlığı görevini 1978 – 1979 yıllarında tamamladı. Kültür Bakanlığı’nca Ulusal Kültür Dergisi’ni yayımlattı. (Kültür Bakanı olduğunu Kışlalı’ya ilk söyleyen Altan Öymen, o gün için sonradan şunları söyledi: 12 Eylül sonrasında Turgut Özal Hükümetinin gelmesiyle üniversiteye dönen Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi‘nde Siyaset Bilimi dersleri vermeye başladı. O sıralar geçirdiği trafik kazasında eşi Nilgün Kışlalı‘yı kaybetti!)

1988 yılında profesör oldu. Kışlalı, 9 Eylül 1995 tarihinde ilk eşi Nilgün Kışlalı ile birlikte geçirdiği trafik kazasında, kızları Dolunay ve Altınay’ın anneleri Nilgün Kışlalı’yı kaybetti! Aynı kazada kendisi de ağır yaralandı.

1991‘in sonlarında Cumhuriyet Gazetesi’nde ”Haftaya Bakış” köşesinde yazarlığa başladı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi derneklerin Anadolu‘daki toplantılarına konuşmacı olarak katıldı. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. 1993 yılında Fransız Ulusal Liyakat Nişanı verildi.

Takvimler Nisan 1997‘yi gösterdiğinde Nilüfer Kışlalı ile ikinci evliliğini yaptı. 22 Eylül 1999‘da üçüncü kızı Nilhan Nur dünyaya geldi.

Ahmet Taner KIŞLALI, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, Ankara’da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti!

Bombalı Suikast: Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü saat 09:40’da Cumhuriyet Gazetesine yazdığı son yazısını faksladıktan yaklaşık 19 dakika sonra evinden çıktı. 06 GK 377 plakalı aracına yönelen Kışlalı, arabasının üstüne silecek ile kaput arasına konulmuş poşete sarılı paketi alıp sol eliyle kapıyı açtığı sırada büyük bir patlama meydana geldi.

Sol kolu kopan Kışlalı eşi tarafından Bayındır Hastanesi’ne götürüldü. Saat 10:02’de kalp koroner atışı durmuş, nabzı hızlanmış ve bilinci kapanmış bir şekilde Tıp Fakültesi Hastanesi’ne getirildi.

Operatör Dr. Hasan Karakış tarafından yapılan muayene sonrası öldüğü tespit edildi. Ölüm raporu yine Hasan Karakış tarafından hazırlandı ve Dr. Ersin Kaya tarafından basın açıklamasıyla bildirildi. Gömütü Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’ndadır.

Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI,   ölümünden sonra 1999 Sertel Demokrasi Ödülü’ne değer görüldü.

***

Ahmet Taner Kışlalı 1968 yılında Fransa'da tanıştığı Nicole (Nilgün Kışlalı) ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı Altınay ve Dolunay oldu.

Takvimler Nisan 1997‘yi gösterdiğinde Nilüfer Kışlalı ile ikinci evliliğini yaptı. 22 Eylül 1999‘da üçüncü kızı Nilhan Nur dünyaya geldi. Nilhan Nur, babasını kaybettiğinde 29 günlüktü…

Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI, 21 Ekim 1999 tarihinde saat 09.40'da Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti!

***

Ahmet Taner Kışlalı’nın Eşi Nicole (Nilgün) Kışlalı’nın

Ardından Yazdıkları

Eşi Nicole (Nilgün) ise ondan daha önce, 1995 yılında bir trafik kazasında ölmüştü. Kışlalı’nın eşinin ölümü üzerine yazdığı yazıyı okuduğum günü sarsılmıştım ve hiç unutamıyorum.

Ağlamak ayıp tabi, kimse görmemeli.

Ama siz… İçin için ağlayabilirsiniz, kimseler görmeden…

***

“ Tanıdığımda adı Nicole´dü. Sevgisi (aşkı) uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye´ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu… Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı… Altınay´a hamileliğinin de son aylarında… Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:

– Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum… Ben Tanrı´ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki! Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim.

Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş. Ama sabredememiş ‘sürprizinin sonuna kadar…

O gece Kelime-i şehadeti sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı! Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık ‘Nilgün Kışlalı’ olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.

Ankara Müftülüğünün mühürlü kâğıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu! Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu.

***

Her zaman çalıştı. Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi… Hem evde çalıştı, hem dışarda.

Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu… Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu!

Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi…

Komşular hayretler içindeydi! Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.

Bütün insanları severdi. Ama O, artık ‘Biz Türkler ’den biriydi; ‘onlardan değil...

***

Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı!

Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.

Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram´a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi…

Ama benzer bir gereksinmeyi yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi… Duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak… Onun için din, inanç ve iyilik demekti. Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı…

***

Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme.

“Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!”

Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.

“Kültür Bakanı´nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler… Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O. Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurtdışına kaçırtan da O…Evinde yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı.

Sekiz sütun ‘haberler’… Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler… “İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kışlalı”, daha niceleri…

Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu… Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi?

***

Sevgi doluydu. Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi… Kuşları, köpekleri, kedileri severdi… Çocukları, yaşlıları severdi… Tanrı´yı severdi, Atatürk´ü severdi… İnanı severdi.

Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.

Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı… Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı. O bir ‘insandı’…

28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan!

***

Piaf’ı ve Pavarotti´yi de beğenirdi, Sezen´i ve Gürses´i de… Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı. Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:

“Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek…”

***

Nedense bana hiç söylememişti. Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü´ye açmış. O, ‘olamayacağını’ ne kadar anlatmaya çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu ‘rica’sını iletmiş!

Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı… Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar…

Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara´da yatıyor. Ve de benim kalbimde…”