Kırkağaç hâkimi Adalet Bakanlığına bir telgraf çekmiş:
“Can sıkıntısından patlıyorum, demiş, burada iş yok. Beni, nerede çok iş varsa oraya gönderin!”
Haberi veren gazete, telgrafın memurlar arasında hayret uyandırdığını kaydediyor. Herhalde bu hayret, bir hâkimin iş istemesinden değil de işsiz kalmasından ileri gelmiş olmalıdır. Çünkü hâkimlerimiz, aklın kabul edemeyeceği kadar işle yüklüdürler. Gündüzleri dava görmekten bir an baş alamazlar; geri kalan zamanları da dosya okumakla geçer. Heyhat, bu kadar çok davaya bakmak insan takatinin üstünde olduğu için ne kadar fazla çalışsalar yine dosyaların arkasını getirmek mümkün olmaz. Yeni davalar birbirinin arkasından sökün etmektedir.
İtiraf edelim ki, çalışkan Kırkağaç hâkimi çok iş istediği için ne kadar tebrike lâyıksa, mahkemelik olmamak suretiyle son derece barışsever olduklarını ispat eden Kırkağaçlılar da o kadar tebrik edilmeye değer. Bizim Kırkağaç, vatandaşlar arası sulh ve sükûn bakımından meğerse bir İsviçre imiş. Tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, hâkimi işsiz ve hapishanesi ihtimal, bomboş, belki de hapishanesi bile yok.
Çalışmak ne demektir?
Kırkağaçlılar’ı methederken iş istiyen, çalışmak istiyen hâkimi övmeği de unutacak değiliz.
Bir dostum vardır, bizim çok çalışır insanlar olmadığımızı söyler.
“Memurlarımıza bakın, der, sabahleyin saat dokuzundan onikiye kadar, sonra 13’den 17’ye kadar çalışırlar. Yani topu topu günde yedi saat çalışır. Onun da bir kısmı konuşmakla, kahve ve sigara içmekle, çalışmaya çalışmakla geçer. Buna mukabil 9 saat dinlenir, sekiz saat de uyurlar. Memurlarımız böyle de köylümüz başka türlü mü? Onların sıkı çalışmaları bir yılın ancak bir mevsimini doldurur, ondan sonra üç mevsim istirahat. Halbuki bir insanın günde 16 saat çalışması mümkündür. 8 saat dinlenmek yeter de artar bile… Bence çalışmak budur, üst tarafı “çalışıyorum.” derse inanmayın…”
Biz de çok kitap okuyan adama “aptal olacaksın” derler ya, çok çalışan adamı da “öleceksin!” diye korkuturlar.“ Nedir bu kadar çalışmak? Durmak, dinlenmek bilmiyorsun. Değer mi bu yalan dünya! Korkarım bir gün bu çalışma seni genç yaşında götürüverecek. Biraz dinlen, biraz keyfine bak yahu!.”
Yukarıda bahsettiğim çalışmayı sever dostum kendisine böyle nasihat eden bir yakın arkadaşına şu cevabı vermiş:
--- Ben çalışmakla zaten keyfime bakmaktayım. Benim keyfim de öyle geliyor. Eğer çalışmaktan öleceksem müsaade et de öleyim!
Hepimiz milletçe bu çalışma keyfinin müptelâsı olsak, Türkiye’nin manzarası kim bilir ne süratle değişecektir. O zaman bir kişi üç kişi kadar çalışacağına göre iş nüfusumuz birdenbire asgari 45 milyona yükseliverir.
Manzarayı tasavvur edebilirsiniz.
[Bu yazı 1949 yılında Akşam Gazetesinde Şevket Rado’nun köşesinde yayınlanmıştır.]
*
Saklı Kalan Şiirler Köşemizin bu haftaki unutulmuş şairi Nihat Yurdakul, 1954 yılına ait bir şiir:
İnsanlardan çok uzak,
Çok uzak köylerden, kasabalardan, şehirlerden…
Bir deniz kenarında uçsuz bucaksız,
Uzak yaşamak bütün söylentilerden…
Yalçın olmalı deniz kenarındaki kayalıklar,
Arada kumsalı bulunmalı çöllere denk…
Ne ömür şey olur şu yaşamak,
Dalgalar, balıklar, martılar…
Kumlara sarılıp yatmalıyız seninle,
Geceler ister serin olsun, ister ılık…
Denizden çıkıp iyi şeyler vaat etmeli geleceğe dair,
Yarı insan-yarı balık…
Seninle bir cümle yazmalıyız kumların üstüne
Dalgalar bir gidip bir gelip silmeli…
İsterim ki yaşıyan bütün insanlar,
Bu cümleyi bilmeli…
Unutmalıyız ekmeği, aşı
Alabildiğine saadet içinde, alabildiğine hür…
Ve denize, ele-güne karşı,
Öpebilmeliyim seni…
Balık kokmalı dudakların,
Saçların pul pul deniz…
Bizim gibi olmanızı isterim insanlar,
Bizimle beraber yaşayın isterseniz…
Sonra çocuklarımız olmalı seninle,
Hırçın köpükler misali bembeyaz…
Kumlara sarılıp yatmalıyız sere serpe,
Geceler ister ılık olsun, ister ayaz…
Bu masal en içten şarkılar gibi uysal başlamalı,
Çılgın devam etmeli ömür boyu…
Günlerden korkup telâşa düşmemeliyiz,
Geceler isterse aydınlık olsun…
İnsanlardan çok uzak,
Çok uzak evlerden, otellerden, hanlardan…
Yaşamalıyım uçsuz bucaksız bir deniz kenarında,
Gayri hiçbir şey beklemiyorum insanlardan…