Dökülmüş yaprakların ben değilim sebebi. Ben basmadım o çiçeklere. Ben yolmadım o çiğdemleri. Anamı özledim bir, bir de bacımı. Ben yaralamadım o serçeleri. Ben değildim taş atan kuşlarınıza…

Ne yaprağını dökecek ağaçlar vardır benim memleketimde; ne ayazda vurgun yiyen zeytinler. Soğuk vardır bir, bir de yokluk ve diz boyudur, zemheride, kar misali yoksulluk.

Erzurumluyum ben. Erin bol, soğuğun bol olduğu memleketten. O yüzden deniz nedir ve nasıl yan gelinip yatılır deniz sahillerinde bilmem. Bildiğim bir sevmektir ülkemi, bir de; adam gibi çalışmaktır, tüm yiğit Anadolu insanları gibi.

Okuyacağım ben, bu yokluğa bu yoksulluğa inat. İnada bindirip yaşamı okuyacağım ve kıracağım bu yoksulluğun belini. Kıracağım ki; bir daha düzelmeye. Kıracağım ki… Balalarımın, kardaşlarımın yüzleri güle... Kıracağım ki yoksulluğun belini, yoksulluk öle…
      Okudum ben. Babam, tezek taşıdı koltuğunda ilçeye. Anam, hamur açtı, yufka yaptı, gönderdi. Anamın, kanayan yaramın, yufkacıktı yüreği.

Uzaktı ilçe, gitmesi bir dert, dönmesi, bin. Bilirdim, yüz kere gelirdi babam yakın olsaydı. Yüz kez çalardı kapımı, yüz kez çağırtırdı adımı. Hele kış geldi mi, buz tutardı ellerim. Buza keserdi ayaklarım. Lakin onca soğuğa inat; sıcacık olurdu yüreğim. Sözüm vardı anama. Sözüm vardı babama, bacıma. Okuyacaktım ben, okuyacaktım ki durmayasıya, okuyacaktım ki, yoksulluğa çare bulasıya…
      Okudum, lakin bulamadım yoksulluğun çaresini. Sebebi olmadığın yoksulluğun, çaresini de bulamıyorsun. Bulamadığın için de yok oluyor, kahır oluyorsun.
Çocuktum; çocuktum ya aklımda. İlk gidişimizdi ilçeye. Annemin gözyaşları hatırımda... 

      Nenemin dokuduğu çoraplar ayaklarımda. Bacımın eldivenleri ellerimde, babamın ellerinin sıcaklığı avuçlarımda...
İlçenin yolu mu kısaldı? Yoksa babamın yanımda oluşu mu yakınlaştırdı yolu? Bilemem. İlçeye vardığımızda; yüreğim kuş misali göğsümü zorluyordu. Bıraksam; uçacaktı. Bıraksam, uçacak, köye dönecek, anamın başucuna konacaktı. Bırakamadım…
      Kayıttı, yatacak yerdi, derken: babamın gitme zamanı geldi.
      “Gitmeseydin,” dedim. 
      “Gitmesen, azcık daha eğleşsen...”
      “ Gitmeli oğul.”dedi.
      “ Gitmeli. Anan, bacın, kardeşin...”
      “Kal.” diyemedim;
      Gözlerimde birikenleri, sildim kazağımın koluyla. Babam görmesin istedim. Bilirdim, görse, bırakıp da gidemezdi beni. Babama, ağladığımı göstermedim…
      Okul başladı sonra;
      “Güzel yaz!” Diye kızıyordu öğretmen.
       Güzel yazarsam, kaderim de güzelleşir mi öğretmenim?
      “Doğru oku!” Diye kızıyordu öğretmen.
       Doğru okuyunca, bunca eğrilikler doğrulur mu öğretmenim?
Diyemedim.
      Güzel yazdım, güzel okudum.
      Babamın, anamın bacımın ve de gardaşımın, sevgisi yüreğimde, çalıştım. Onca sevgiye, onca sevgiye rağmen, yalnız yaşamaya alıştım.
Özlem, köz misali, yakar bazen. Özlem, ölesiye sancıtır yüreğini. Özlem, bazen ölümden beter gelir insana.

      Özledim babamı, anamı, gardaşımı. Düşlerime girmeye başlamıştı suretleri. Nöbetçi öğretmen, ziyaretçim geldiğini söyledi.
      “ Yusuf ziyaretçin geldi!”
      Koşmadım, uçtum ben. Ben uçtukça, uzaklaştı kapı. Ben yaklaştıkça o, kaçtı. Kaç ay olmuştu bu okula geleli? Kaç pazar, babam gelir, diye kapılara bakmış ve kaç gece yastığımı ıslatmıştım? Uçtum, unutmuşum terliklerimi giymeyi. Kapıdaki babamdı. Yüreğimde yaramdı. Dağ parçası gibiydi babam. Sarılsa, dünyaları saracaktı. Babamdı, ağamdı, atamdı. Hoş geldin diyemedim, hoş bulduk diyemedi;
      Hoş gelmişti. Sarıldım, sarıldı.
      “Babam!” Dedim.
      ”Babam!” Silmedim gözümden süzülenleri, kazağımın koluyla. Silmedi babam gözyaşlarını.
      Anam iyiymiş. Kazaklar örüyormuş bir daha ki kışa. Bacımı, isteyenler olmuş. Kardeşim, yürümeye başlamış. Hepsi bol bol selam göndermiş. Hepsi beni çok özlemiş. Çıkınını açtı babam. Anam, peynir, çökelek, yağ, biraz da hüzün göndermiş. Peyniri, ekmeği, çökeleği kokladım. Hepsi annem kokuyordu. Hepsine annemin kokusu sinmiş.

       Babamla beraber çarşıya çıktık. Lokantada, kurunun en lezzetlisini, pastanede, sütlacın en tatlısını yedik. Sonra, bir tezgâhtan üç tane muz aldı babam.
      “Bu ne ki? Dedim. 
      “Muz.” Dedi.
      “Nasıl yenir ki?”
       Yavaşça soydu muzun birini.
      “Hadi, ısır.” Dedi. Hiç bilmediğim bir tat, hiç görmediğim bir şeydi. Sanki erinmemişler, patatese şeker karıştırmışlardı.
      Akşam oldu. Babam dönmek zorundaydı, döndü. Gönderecek hiç bir şeyim yoktu anneme. Doldurdum babamın avuçlarına sevgimi.
      “Al,” dedim.
      “Götür bunları anneme.” 
       Götürdü.
       Okula vardığımda arkadaşlar sardı çevremi.
       “Anlat!” Diyorlardı,
       “Nere gittiniz?”
       “Ne yaptınız?”
      “Anan ne göndermiş sana?”
       Merakları çoğalsın diye anlatmadım önceleri. Baktım azalıyor merakları…
       “Hiç,” dedim. 
       “Biraz dolaştık, sonra babam bana muz aldı.”
        Şaşırdı arkadaşlarım.
       “Muz ne ki? Dediler.
       “ Nasıl yenir?”
“ Çok mu güzeldi?”
       Ben bir hafta, kasıla kasıla muzun nimetlerini ve lezzetini anlattım.
Sekizinci gün geldi babamın mektubu.
      “Oğlum.” Diyordu.
       Selamlar ediyordu.
       “Bana belli etmeden, sana aldığım o üç muzun, ikisini çantama koymuşsun. A oğlum! Kara oğlum! Zaten hepsi hepsi üç taneydi. Keşke kendin yiyeydin. Muzların birini, ananla bacın paylaştılar. Birini, kardeşine verdik. Lakin kardeşin muzu çok sevdi herhal, tutturdu, ardını da isterim.” diye. Köylük yerde nereden bulursun muzu. Düştü içerimize bir sızı. Düştü düşmesine ya elden ne gelir…”
        Okuyamadım mektubun gerisini. Katladım, yastığımın altına bıraktım. Sabaha kadar uyku girmedi gözüme. Yastığım ıslanana kadar, sesiz sesiz ağladım. Sabah, en yakın arkadaşım…
       “Hele Yusuf, muz nasıl bir şeydi.” Dedi.
Patlattım suratının ortasına yumruğu. Bir daha, hiç kimse, yanımda muz lafı edemedi.