Bugün sosyal medyada sayın Fikri Sağlar’ın yaptığı paylaşımı görünce duraksadım; “Kürt sorunu vardır ve artık çözülmelidir. Meşru siyaset zemininde Türkiye her sorunu çözebilir. Burada gölge eden unsur silahtır. Artık silahlar bir daha çıkmayacak şekilde gömülmeli. Silah çözümsüzlüktür!...”
Bu ülkenin bitmeyen tartışması ve bu “sığ, dar, basma kalıp… vs” olarak niteleyebileceğimiz siyaset üretme tarzı devam ettikçe bitmeyecek bir tartışma…
Sayın Fikri Sağlar’ın görüşlerine katılmaktayım. Ancak ilk tespitine itirazım var. Var olan sorunu, tüm diğer yanlış kullananlar gibi bu kadar dar bir alana hapsetmek sanırım tüm konuşma, tartışma ve çözüm yollarını tıkıyor. İlk düğmeyi yanlış iliklemek gibi sonraki tüm hamleler insanları yanlış yöne götürüyor. Sorunun bir coğrafyaya, bir etnik yapıya hapsedilmesi demokrasimizi geliştiremediğimiz sürece başka şekillerde sürmesine çanak tutmaktan öte bir şey değildir. Yarım bir bakış açısı, yarım bir öngörü, yarım bir çözüm arayışı… Hani eski bir sözdür; “yarım tabip candan, yarım kadı maldan, yarım hoca dinden” eder diye. Yılların deneyimli siyasetçisinin bu nitelemesine güncel bir tartışmanın heyecanıyla hoş görüyle baksak bile “yanlış teşhisin yanlış tedaviye, yanlış tedavinin de işaret etmeye çalıştıkları sorunun yüzyıllarca çözümsüz kalacağına” işaret etmek isterim.
İlkokul üçüncü sınıfın ikinci ayının ilk haftası bile değildi. Ateşler içinde yatağa düştüm. Halsizlik ve ateş belirgindi, birkaç gün okula göndermediler, evde, dönemin olanaklarıyla ateşim düşürülmeye, hastalığım giderilmeye çalışıldı. Babaannemin “bir çocuğa bakamadınız, anladım da, memlekette doktor mu kalmadı” uyarısıyla ismi lazım değil ama, dönemin Kırşehir’de tanınan bir doktoru eve çağrıldı.
Doktorun “üşütmüş, bronşit” tanısıyla ailemizin hemşiresi, iğnecimiz Nazire Halamın eline, her kış olduğu gibi yeniden düştüm. Onun, enjektörünü kaynayan suda büyük bir itinayla temizleyişini, ampulü dikkatle tutup başını koparışını, penisiline karıştırdığı sıvı sonrası şişeyi sallayışını, enjektöre iğneyi takarken şakalaşmalarını ezberlemiş olmalıyım. Bugün gibi canlı, karşımda…
Ailemin tüm çabalarına ve önerilen tedavinin titizlikle uygulanmasına karşın, düzeleceğime her geçen gün daha da halsizleşen bedenimle evimizin o dönem ısıtılabilen tek odasının baş köşesindeki yatağımın içinden çıkamaz hale gelmiştim. Kaç hafta, kaç ay geçti bilmiyorum ama komşumuz Yahyalar’a gelen ve (yine ismi lazım değil ama) o dönem bazı densizlerce “serhoş” diye anılan doktora beni gösterdiler. Bir adamcağızın alkolden pembeleşmiş burnunu odanın kapısında gördüm, bir de beni görür görmez “bu çocuk sarılık olmuş” dediğini duydum. Bu defa “kan iğnesi” diyerek vurdukları, kalçalarımın üzerine oturamaz olduğum tedavi süreci başladı. Sonrasında, “serhoş” haliyle hastasına doğru tanı koymuş doktorun önerdiği tedavi titizlikle uygulandı ve birkaç hafta içinde ağzımın tadı yerine geldi, iyileştim.
Okula tekrar başladığımda üç ay geçmişti. Yanlış tanının kurbanı olarak eğitimimden, yaşamımdan üç ayı bir yatağa mahkûm olarak geçirmiştim. Önemli bir hayat dersi oldu bu bana… Sorunlara konulacak yanlış tanıların sonuçta nelere mal olduğunu yaşamış ve öğrenmiştim. “Serhoş” eleştirisiyle aşağılanan bir doktorun doğru teşhisi ve bu teşhise uygun tedavisi ile ünlü bir doktorun yanlış teşhisine uygun tedavisi arasındaki farkı hayat boyu aklımın bir köşesinde tuttum.
Sayın Fikri Sağlar’ın değerlendirmesine büyük ölçüde katılmakla birlikte sorunu niteleme şekli, yani koyduğu “tanı” nedeniyle itiraz etme ihtiyacı hissettim. Ülkenin demokratik nitelikleri ve demokrasinin uygulanmasına ilişkin sorunları ortadayken bunu sadece halkın bir bölümüne ilişkin sorun olarak nitelemek konunun bilim ve akıl temelinde konuşulması, tartışılması, çözümlenmesini durduran ilk ve büyük bir "engel" olmaktadır, kanımca.
Bu dar görüşlülüğe karşı başlangıç okumaları için, zamanın Kanada Başbakanı "Pierre Elliott Trudeau"nun "ayrılıkçılar"a karşı ileri sürdüğü tezlerini okumalarını öneririm. “Şu ırktandır” dediklerinizin içinde o ırkla ilişkili ama o ırktan olmayan azınlıkların, dezavantajlı kesimlerin var olduğunu da görmek gerekir. “Bunun sınırı nedir” diye sormak gerekir. Sayın Fikri Sağlar ve benzeri birçok siyasetçinin ağzına pelesenk olmuş ırk temelli sorun olabilmesi için önce Hitler gibi erişilmesi mümkün olmayan "saf ırk" tanımının var olması gerekir. Yaşadığımız coğrafyada herkes biraz her ırktandır! Bu nedenle insanların kendisini ne olarak hissettiğiyle gerçekten yüzyıllarca “genetik istilaya uğramış bir coğrafya”da ne olduğu arasında büyük fark olması kimseyi şaşırtmaz.
Belirlenmesi bugün için tıbben olanaklı olsa da insanlar tıbbi verilerle değil, hissiyatıyla bu konuda eğilim belirlemektedir. Bu konuda, yaşamımdaki en çarpıcı anım, Kürt Afşin diye bildiğimiz bir insanın, Kırşehir eski Belediye Başkanı Orhan Baycan ile bana Köprüköy’deki bir miras işi nedeniyle “Türk olduklarını öğrendikleri”ni anlatmasıdır. Bir diğer anım ise; Macaristan ziyaretimizde ev sahipliği yapan Peç’teki Tugay Komutanının itirazlarına tarihçi eşinin, kendisinin açmış olduğu Orta Avrupa’daki Türk kökenli kavimler konusundaki tartışmayı, “genetik diye bir bilim var artık, birkaç dolara iddialarının tamamını çürütebiliriz” diyerek sonlandırmasıdır. Saygı duymamız gereken insanların Anayasal teminat altına alınmış aidiyetleri, inançları, düşünceleridir. Bu ülkenin geleceğinde kendisi için de gelecek gören her kimlik, her inanç varlığımıza tehdit değil, varlığımızın garantisi ve zenginliğimizdir.
Bugün bile ülkemizde 6 milyon “geçici sığınmacı” veya hangi isim ile nitelenmekte olursa olsun ciddi bir “genetik istila” ile karşı karşıyayız. İnsan doğası gereği, nedenleri çok çeşitli olsa da, sonuçları değişmeyecek olan insan birlikteliklerinin ürünleriyle birlikte yaşamak zorunda kalacağız. Bu “sığınmacı” kalabalığının bir kısmı şimdiden birçoklarının hısımı, akrabası oluverdi, bu olmasa bile birçokları vatandaşlık hakkını bir şekilde kazanmakta. Bir de parayla satışa çıkardığımız “vatandaşlık” ve bu uygulamanın yarattığı, yaratacağı etkiler ve sonuçlar var.
Türkiye'deki sorunlar ne sadece bir ırkın, ne sadece bir halkın, ne sadece bir coğrafyanın, ne sadece bir inancın, ne sadece bir partinin, ne sadece bir dönemin sorunudur. Hepimizin her dönem sorunudur. Örneğin Kırşehir'in ilçe yapılması, Kırşehir’de doğanlar dışında kimseyi ilgilendirmez diyebilir miyiz? Bu, ülkeyi yönetsin diye devlet aygıtını teslim ettiklerimizin başımıza ördüğü bir çoraptır. Bu gibi çağ dışı uygulamaları her gücü ele geçiren, halk aleyhine uygulamaları her yerde, her zaman yapabilir. Kırşehir il yapılırken Hacıbektaş, Avanos gibi ilçelerin elinden alınması, bu yüzden ilin yüzyıllar içinde oluşan sosyal dokusunun zarar görmesi, ekonomisinin canlılığını ve üretkenliğini kaybetmesi, bu şehirde doğacak çocukların geçim sıkıntısına mahkûm edilmiş olması ciddi bir sorundur! Kendi ilimizde bile birçoklarına anlatmakta başarılı olamadığımız ama bugünümüzü, geleceğimizi ipotek altına almış olan bir sorun.
Bu keyfi, kötü yönetim, kötü siyaset, antidemokratik uygulama örneği bu ülkede herkes için sorundur, sorun olarak görülmelidir. Bugün Kırşehir bir dönemin iktidarı tarafından sonuçları yüzyıllarca sürecek bir hamleyle "ekonomik, sosyal ve kültürel" olarak çökertilmiş bir ildir. Haneye dayalı olarak yapılan son nüfus sayımında Tunceli ve Hakkâri gibi dışarıya göç veren üç ilden birisidir. Gençlerinin "okumak" ve geçimini dışarıda aramak dışında seçeneği yoktur.
1956'da, dönemin iktidarının antidemokratik tutumu sonucu ortaya çıkan bu durum, bunun mimarına "demokrasi şehidi" olarak iade-i itibar sağlanmasıyla siyaseten daha vahim hale getirilmiş, Kırşehir'in itibarı, ekonomisi, kültürü, sosyal dokusu, ilçeleri iade edilmemiş, bu yönde de nedense, hiçbir araştırma, çalışma yapılmamıştır. (En azından bu konuda benim erişebildiğim bir kaynak bulunmamakta…)
Özetle; Kırşehir örneğinde olduğu gibi, ülkemizde bu gibi talihsiz, faşizmi andıran olay ve uygulamalar yaşanmış, yaşanmakta, yaşanacaktır. Temel sorun; her devirde karşımıza çıkan KÖTÜ SİYASET, KÖTÜ DEMOKRASİ, KÖTÜ YÖNETİM'dir. Geliştirilecek iyi siyaset, iyi demokrasi, iyi yönetim bunları çözebilir. Dünün kavramlarıyla, kinleriyle, düşmanlıklarıyla, tutkularıyla yaşayan “dünün akıllıları çok olsa” da yarını kuracak olan yarına ilişkin düşüncelerimiz, tutkularımız, ümitlerimizdir.
Bunun için evvelemirde, bizlerin içini yıllardır yakan, bizden sonra Kırşehir'de doğan, doğacak nesillerin geleceğini karartan bir sorunu da örnekleyerek "muhalif" olanların ırk, inanç, aidiyet gözetilmeksizin ezilmesinin genel yanlış olduğuna Sayın Fikri Sağlar’ın da, sizlerin de dikkatinizi çekmek isterim. Bu alışkanlık üzerinden siyaset yürütülmesi kolaycılığı düzeltilmeli...
Ülkemizdeki bu tür yanlışlıkların doğru tanılar konularak düzeltilmesi için aklın ve bilimin ışığında yapılacak çok şey bulunduğu kanısındayım. Bazı kesimlerin “serhoş” diye küçümsediği pek çok insan önyargılarıyla kör olmuş ünlü, tanınmış, sıfatı bol, kerameti kendinden menkul birçok insandan daha doğru tanılar koymuş, daha doğru tedaviler önermiş olabilir.
Dünün akıllıları… “Aklınızı ne zaman kullanacaksınız”? (Enbiya Suresi, 10’ncu ayet)
Dünün akıllısı çok olur
Ali Akdoğan
Yorumlar (9)