“Atatürk, bize, düşman bacaları altında değil, fabrika bacaları altında bir vatan bıraktı.” [Mithat Cemal Kuntay, 10 Kasım 1940]

İnsan hayatı sonsuz değil, aklı eren herkes bunu bilir ve insanlar, yaşadığı müddetçe kendi ölüleri ile yaşarlar. Nasıl mı? Sağ olarak gördüğümüz akrabalarımız, arkadaşlarımız öldüklerinde hemen unutulmazlar ki; hayatımız boyunca adlarını yakınlık durumumuza göre anarız. Sanki hâlâ yaşıyormuşçasına. Çok eskilere gitmeye gerek yok: Neden mezarlar şehirlerin göbeğine, yerleşim yerlerine en yakın yerlere kurulmuştur? Ölülerimizle birlikte yaşadığımız için olabilir mi?

Ölüm, ardında gözyaşları dökenler var ise ölümdür.

Tarihe mâlolmuş şahsiyetler, yüzlerce yıl geçse de ağlayanları, acı çekenleri, özleyenleri olmaz, ancak yaptıkları eserlerle, bıraktıkları insanlık mirası ile hep hatırlanırlar.

İşte Atatürk de tarihe mâlolmuş ve hiçbir zaman unutulmayacak şahsiyetlerden birisidir. Öldüğünde, 17 milyon nüfuslu bir millet ağlıyordu, aradan 85 yıl geçti, şimdi ise yine aynı millet, saygısını göstermek için Anıtkabir’e koşuyor ve insan seli her yıl daha da artıyor. Yalnızca 10 Kasım haftasında değil, yılın diğer zamanlarında da hatırı sayılır bir kalabalık var Rasattepe’de…

**

“EN BÜYÜK MUCİZESİ”

“Bugün, 10 İkinciteşrin 1941.

Atatürk’ü kaybedişimizin üzerinden üç yıl geçmiş oluyor.

Ve Türkiye,

Gelecek asırların derin enginlerine karşı açılmış granit bir kaya halinde,

Her vakitkinden daha sağlam, daha müttehid, daha kuvvetli,

Düşmanlarının bütün tahminlerini, temennilerini boşa çıkararak,

Şarkın tek büyük devleti gururile dimdik duruyor.

Atatürk’ün yoktan bir ordu yaratışı, bir imparatorluğun enkazı üzerinde yeni bir cumhuriyet kuruşu, bu devleti teşkil eden millete yeni bir ruh verişi, yükselme imkânlarını hazırlayışı,

Bütün dünya tasdik etti ki, bir mucizeydi, fakat Atatürk en büyük mucizesini hattâ Dumlupınar’da da değil, ölümünden sonra yaratmıştır. Bu, mucizelerinin en büyüğünün adına,

Şu granit Türkiye, şu yeni Türk nesli diyoruz. 

Ve biliyoruz ki, gördük ki,

Hayat meş’alesi sonsuz daire içinde bir elden öbürüne geçmiştir, sonsuz nesiller arasında böyle devam edecektir.”

[Ekrem Uşaklıgil, Son Posta Gazetesi, 1941 yılı]

**

MİLLİ MÜCADELE HATIRALARI”

SİVAS LİSESİNDE BİR GÜN

“Git, baba hakkı büyüktür. Fakat, ona söyle ki, vatan elden giderse evlâdın ne hükmü kalır!” (1919 yılı)

Geçen yılın ağustosunda Erzincan köy eğitmeni yetiştirme kursundan dönüyordum. Sivas’a gelince lise binasını görmek için doğruca oraya inmiştim. Bu binada bir talebe olarak vaktiyle benim de hatıralarım vardı. Fakat düşünüyordum. Burada, bizden sonra okuyanlar ne kadar talihli idiler. Koca bir kurtuluş harbini ve yeni bir devletin kuruluşunu, bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak bir başarı ile sona erdiren Atatürk, bu binada ne heyecanlı günler geçirmişti. Etrafında toplanan ilk talebelerinin dersanesi, büyük vatanperverlik ideolojisini neşre başladığı kürsü, içinde milletinin kurtuluş plânlarını hazırladığı odası, sade ve basit eşyası ile burada, olduğu gibi duruyordu. İnsan o günlere ve kendi içine dönerek koridorlarda sessiz dolaşırken, şanlı bir kurtuluş tarihinin ilk sayfalarını bizzat yaşatan ve teneffüs ettiren bir hava ve bir muhit içinde olduğunu hissediyor.

Yanım sıra yürüyen memur, tarihe malolan bu eşyanın her parçasını buraya kendi taşımış gibi bir bir göstererek heyecanla anlatıyor. Onun hayatı sanki burada başlamış, burada bitecekti. Hakkı vardı. Bundan tam on dokuz yıl evvel, bu binada, Atatürk’ün yanında ve hizmetinde bulunmuştu. Atatürk’ün burada uykusuz biten gecelerini, etrafına topladıklarının bile getirdikleri müşkülât düğümlerini çözmek için nasıl uğraştığını bizzat görmüş ve yaşamıştı. Atatürk’ün yazılarını saklıyacak kadar itimadını kazanmak, onun için ne büyük bir mükâfattı. Faka bu derece bağlılığından, ailesi ve babası endişe etmiye başlamıştı. Şehirde fena haberler dolaşıyordu. Nihayet bir gün, babası dayanamamış, gizlice onu görmiye gelmişti.

---Oğlum etme, eyleme, bırak evine gel, bugün yarın şehir basılacak ve buradakiler yakalanacak deniyor, Mustafa Kemal her şeyi göze almış. Sen kendini ve aileni düşün! diye yalvarıyordu. Heyecanla sözünü keserek:

---Babanızın bu teklifine karşı ne yaptınız, diye sordum.

--- Babam, sözünü tutmam için birkaç defa daha gelip beni tazyike devam etti. Atatürk bu vaziyeti sezmiş olacak ki bir gün beni çağırdı ve sık sık yanıma gelenin kim olduğunu sordu:

--- Babam efendim, dedim.

---Peki, dedi.

Biraz sonra, beni, tekrar çağırmıştı. Elini omuzuma koyarak:

--- Hizmetinden memnunum; fakat baba hakkı büyüktür, git, dedi. Git, fakat babana söyle, ki vatan elden giderse evlâdın ne hükmü kalır!

Bu sözler bir hıçkırıkla düğümlenmişti; durmadan ağlıyordu. Bu ne mânalı, ne insani bir ağlayıştı! İri gözlerinin pınarından dökülen yaşlar, Atası için muhabbet ve sadakatle çarpan kalbinin en celi bir ifadesi, o günlerin içinde birbirine akan ıstırap, sevinç ve hasret duygularının tâ kendisiydi.

Sadece sevinmesi lâzım geleceğini hissettiren bir tonla:

--- Neden ağlıyorsunuz?, dedim.

Kendini toplamağa çalıştı ve başını kaldırarak:

--- Hiç… dedi. Babam bugünleri göremedi de ondan…

[Ulus Gazetesi, imzasız bir yazı, 1938 yılı]

**

“Saçının her telini bir şehit sabrile ağartmış bir Türk ninesiydi… Yüzünün her çizgisinde ıstıraplı bir günün hatırası yaşıyordu.

Yalnız, gözleri çocuk itimadının atasından gelen parıltısını saklıyordu.

Yüzündeki acı, anlatacağı bütün sözlerden kudretliydi.

Sesinde bütün ninelerin ıstırabile:

--- Dört oğlumu ve kocamı yurt uğruna şehit verdim, dedi. Biri Çanakkale’de, biri Anafarta’da, biri İnönü’de gitti! Fakat hiçbirine bu kadar yanmadım. Hiç biri için bu kadar ağlamadım.

Onların bıraktığı acı, Atamızın kurtardığı mesut yurtta, torunlarımın neşesi arasında tatlı bir hatıra oldu.

Fakat, mübarek günde gözlerini kapayan atamın ölümü için duyduğum acı sonsuzdur. Bunu anlamak için memleketin o kara günlerinde ağaran başıma bakmak yeter.

Beyaz başına bakmadan duyduğum büyük acısına ıstırabımın yangını içinde susarak iştirak ettim.”

[Muazzez Kaptanoğlu (Aruoba), 1938, Kurun Gazetesi]

**

Saklı Kalan Şiirler köşemizin ilk misafiri Sabahattin Kudret Aksal. Şair, Mustafa Kemal’in İzmir’e girişini anlatıyor:

 

BİR RESİMDE ATATÜRK

 

İzmir’e girişini Atatürk’ün

Bir kahve duvarındaki resimde gördüm

Bir ılık güz öğlesinde

Şanlı hâki urbası üstünde

Koymuştu kılıcını içine kınının

Yürüyordu arasında sevgili halkının

Ayağında Anadolu’dan getirdiği toz

Bir inanç gözlerinde tükenmez

Alabildiğine insan kalabalığı ardı

Bir aydınlık geleceğe bakıyordu

Işıktı, sevinçti, türküydü

Görseydiniz o resimdeki Atatürk’ü

**

İkinci şiirimiz, Suat Taşer’e ait.

SENDENDİR ATATÜRK

Bugün yaşıyorsam

Güleryüzle emin

Tertemiz gökler altında

Dağlarım denizlerimle dost

Toprağımda dolaşıyorsam

Ümidli memnun ve rahat

Gecem gündüzüm hürse

Damarlarımda kanım

Tenler içinde canım

Korkusuz yürürse

Bulutlarımdan gözyaşı yerine

Rahmet dökülürse

Ekmeğim suyum tatlı

Toprağım da türküm de bereketli

Rüzgârlarım alabildiğine hürriyetli ise

Bacamda tütünüm tütüyor

Ölülerim huzur içinde yatıyor

Ağacım dal sürüyor boy atıyorsa

Görüyor biliyor inanıyorsam

Keyfimce gülüyor, keyfimce ağlıyorsam

Dün yokken bugün varsam

Sendendir

Sendendir Atatürk

*

Üçüncü şiirimizde unutulmuş bir halk ozanına yer veriyorum: Dadaylı Âşık Kör Hasan. Bu arada şu bilgiyi de vereyim: Daday, Kastamonu ilimizin bir ilçesidir.

 

DESTAN

 

Gayri derdimizin çoğu kalmadı,

Büyük ağızlarda köylünün adı,

Cumhuriyet bizi saydı kolladı,

Bilirik kadrini, değilik nankör.

Ferman padişahın, dağlar bizimdi,

Ferman da, Vatan da bizimdir şimdi,

Ata’dan her günle bir ışık indi,

Gözlerimiz nasıl açıldı bir gör.

Ferman milletindir, çıkmazık dağa,

Biziz sahip olan gayri toprağa,

Bizim sırtımızdan geçinen ağa

Sen kendi başına gayri çorap ör.

Biz gök perdesiz, perdelisi yer,

İnanın ariftir görürden körler,

Adına Dadaylı Kör Hasan derler;

Körüm ya çok şükür değilim nankör.

Sultanlıktan kara perde gözümde,

Cumhuriyet nuru yandı özümde,

Billahi riya yok benim sözümde;

Gönül gözüm açık beden gözüm yok.