Zülüf Dökülmüş Yüze

Yatılı okul arkadaşlığı başkadır, Harbiye’de başlayan silah arkadaşlığıysa bambaşkadır. Bugünün dillere pelesenk olmuş deyişiyle; “7/24” beraber yaşarsınız, bilmediğiniz yörelerin, çok aşina olmadığınız alışkanlıkları olan tanımadığınız insanlarıyla. Kardeşlikten öte bağlarla birbirinize bağlanmış bulursunuz kendinizi. Memleket sevgisi başta olmak üzere birçok ortak paydayla aynı sancak, aynı bayrak altında başladığınız yolculukta ilmek, ilmek anılarla bezenmiş birçok dostluk üretirsiniz.
2020 yılı başında bu dostlardan birisini, sevgili Vecihi’yi (Taçkınlar) İzmir’de toprağa verirken yıl içinde yaşayacaklarımızdan çok haberdar değildik. Covid-19 küresel salgınından etkilendiğimizin açıklanmasından birkaç gün önce bir kuvvet komutanımızı E.Org.Aytaç Yalman’ı Covid-19’dan kaybettiğimizi öğrenmiştik.
KHO 1976 Devresi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Dernek Başkanımız E.Tümg.Selahattin Kısacık’ı, bir önceki dernek başkanımız E.Alb.Mehmet Ali Elçi’yi, birbiri ardı sıra, birkaç gün sonra “Corona”dan kaybedeceğimizi aklımızın ucuna bile getiremezdik. Ülkenin “Kozmik Odası”na yapılan hain saldırıyı, yapayalnız bırakıldığı bir ortamda göğüsleyebilen sevgili Selahattin, sevdiklerinin tüm çırpınışlarına, dualarına karşın, bu salgında hayatını kaybedenler arasına girmişti.
Salgının ilanını takip eden ilk aylarda yakın çevremizde tek tük “Corona Pozitif” çıkarken, “normalleşiyoruz” denildikten sonra hemen yanı başımızdaki insanlar arasında artan vaka ve kayıp sayıları ibretlik ve korkutucu bir durum elbette. İçimi yakan son kayıplarımızdan birisi çocukluk arkadaşım sevgili Cengiz Işıker, bir diğeri de silah ve sınıf arkadaşım E.Alb.Turhan Ölçüm... Tüm kaybettiklerimiz için rahmet, bugünlerde salgından etkilenenlere sıhhat ve afiyet, bu konuda önlem almak durumunda olan yöneticiler için dikkat, basiret ve gayret, salgınla cansiperane mücadele eden sağlık çalışanlarına minnet dileklerimi ifade etmek isterim. 
Yahya Kemal’in veciz dizeleriyle; “Ne giden son gemidir bu!”, ne de “hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.” Yaşamın bu kıyısına, “rıhtım”a tutunmuş bizlere düşen; “bu seyahatten elemli, günlerce siyah ufka nemli gözlerle” bakmak, geri dönmeyeceğini bildiğimiz tüm sevdiklerimizi hayırla yad etmek ve “nafile beklemek”… 2021’in, 2020’de karşılaştığımız sıkıntıların üstesinden gelindiği, hepimize, tüm hemşerilerime, sevdiklerimizle seveceğimiz sağlık, esenlik ve başarı dolu günler getirdiğini görmeyi diliyorum.
Kaybını, hayatımın her döneminde çok derinden hissettiğim insanlardan birisi, meslek hayatımızın başında yitirdiğimiz silah ve sınıf arkadaşım Şerif Aracı’ydı. Harbiye’de, sınıflarımız belli olduğunda tanışmıştık; Alucralı Şerif Aracı ile. Kırşehir Lisesinden can arkadaşım Haluk Güvener tanıştırmıştı. İstihkâm sınıfına ayrılınca bölüklerimiz değişmişti. Dolayısıyla iki yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlardan ayrılmış, yeni arkadaşlarla meslek hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı. Sınıf seçmelerinde, İzmirli arkadaşım Zafer Çelikin’in etkisiyle ilk tercihimi istihkâm sınıfı için yapmıştım ve istediğim olmuştu. Sevgili Zafer ise piyade sınıfına geçmişti. O, Harbiye sonrası subaylık yaşamında önce piyade, sonra komando, hatta serbest paraşütçü olmuş, özel kuvvetlerde başarılı bir kariyer yapmış, terörle mücadelede ve Kardak Krizi’nde ülkemizin yüzünü ağartan isimsiz kahramanlardan birisi olmuştu. Ama yollarımız Zafer ile bu seçimle ayrılmış ve Şerif ile arkadaşlığımız bu seçimle başlamıştı. 
Şerif, Karadeniz havalarından çok türkü ve Neşet Ertaş meraklısıydı… Bir gün sordu; “Neşet’in ‘Zülüf dökülmüş yüze, kaşlar yakışmış göze’ diye bir türküsü var”, biliyor musun” diye… Liseli yıllarda, sevip ezberlediğim, ara sıra kendi kendime söylediğim bir türküydü; “Usandım bu canımdan, derdinle geze geze”… diye tamamladım onu. Harbiye’nin, gökyüzünü dikdörtgen şeklinde gördüğümüz bahçesinde dolaşırken mırıldanırdık birlikte; “gün doğdu, aştı böyle, gönlümüz coştu böyle, sen orada, ben bur(a)da, ömrümüz geçti böyle” diye, sevdiklerimiz burnumuzda burcu burcu tüterken…
Davutpaşa/İstanbul’a, 66’ncı Mknz.Tümen İstihkam Savaş Taburu’nda staja gittiğimiz dönemde, bir hafta sonu Çamlıca’da oturan ailesiyle de tanışmıştım. Üsküdar’dan dolmuşa binmiştik, yarım saatlik bir yolculukla gitmiştik evlerine. Çamlıca o dönemde İstanbul kent dokusunun dışındaydı. Ağaçlar arasında tek katlı bir ev hatırlıyorum. Annesini, cami imamı olan babasını, ağabeyi Mürsel’i ve içten ev sahipliklerini… Benim İstanbul’a ilk gidişimdi, 1970’li yılların İstanbul’unda onun rehberliğinde dolaşmıştım. Üsküdar’da dolaşırken denize nereden atladığını, Kız Kulesi’ne kadar yüzerek nasıl gittiğini, o dönemde harabe olan yapıda gördüklerini, nasıl döndüğünü anlatmıştı. Yalan yok, o yıllarda Boğaz’a atlayıp Kız Kulesi’ne kadar yüzmeye cesaretim yoktu. Gıpta etmiştim. Yıllar sonra komutanlığını yaptığım Alay’ın sancağıyla Kız Kulesi önünde resim çektirirken Şerif’in aziz hatırası benimleydi. 
1976 Ağustos’unda Harbiye’yi istihkâm teğmen olarak birlikte bitirdik. İzmir’de İstihkâm Okulu’nda birlikteydik. Çalışma saatleri sonrasını, hafta sonlarını beraber geçirdik hep. Birlikte gezdik, tozduk, gençlik heyecanıyla dopdolu olduğumuz subaylığımızın ilk yılında. Konak İskele’den (O zamanlar Büyükşehir Belediye binasının hemen yanında idi iskele… Sonradan o bölümde deniz doldurulduğu için o binadan uzakta bir noktada şimdiki iskele…) denize atlamaktan, İnciraltı’nda yunusları seyretmeye, o yıllarda henüz tek bir çivi çıkılmamış Gümüldür sahillerinde hafta sonu kamp yapmaktan, Alsancak’ta, Kordon’da, Kemeraltı’nda dolaşmaya… Yüzlerce anı… Subay çıkmış olmamıza rağmen okul idaresinin bizleri akşam okulda kalmaya zorladığında, zorunlu etüt icat ettiklerinde, protesto için ilk bıyık bırakan ve buna kızan amirlerimizin ilk cezalandırdığı teğmenlerdik.
Okul bitiminde, kurada, ben Kıbrıs’ı, Şerif Diyarbakır’ı çekti. Birlikte olabilmek için Kıbrıs kuramı, sonraları Doğubayazıt’ta şehit verdiğimiz, kurasını Diyarbakır’a çekmiş bir arkadaşımız (Bülent Karakaş) ile değişmek (becayiş yapmak) üzere anlaştık ama Bülent sonradan caydı. Diğer silah arkadaşlarımla ve Şerif ile yollarımız ayrıldı. O dönemde haberleşme olanakları posta ve askeri hattan bin bir güçlükle yapılacak görüşmelerle sınırlıydı. Kıbrıs sonrası 1978’de ben Ankara’ya tayin oldum. 
1981 Haziranı idi. Erzurum Hasankale’ye tayinim çıkmıştı. Şerif İstanbul’a ailesinin yanına giderken Ankara’ya uğramıştı. Ben üçüncü tayinimi görmüştüm, o hâlâ Diyarbakır’daydı. Birkaç gün sonra İstanbul’da nikâhı vardı, Ağustos’ta da düğün yapmayı planlıyordu... O düğün davetiyesini hiç alamadım. Bu görüşmemizin Şerif’i son görüşüm olduğunu bilemezdim tabii ki… 
Hasankale’de, sonbahar tatbikatları sonrası, Ekim ayı içinde bir gece eğitiminde öğrendim Şerif’i feci bir kazada kaybettiğimizi… Henüz kar yağmamıştı ama kar soğuğu diyebileceğimiz bir soğukta ısınmak için yaktığımız ateşin başındaydık. O sene Diyarbakır’dan tayin olarak gelen bölüğümüzün teknisyeni Astsb. Arif Işık diğer arkadaşlarla konuşuyordu. Anlatılanlara kulak misafiri oldum. Mayın patlamasında bir üsteğmen paramparça olmuştu, üç askerle birlikte. Temizledikleri bölgeden çıkardıkları mayınları tahrip etmek için yığdıkları noktaya mayın taşıyan bir asker tökezlemiş, kucağındaki mayınlarla birlikte mayın yığınının üzerine düşmüş, mayınların patlamasına neden olmuş. O üsteğmen bizim Şerif idi. Soğuğunu hissettiğimiz kar yüreğime yağmıştı. Ne yapacağımı bilemeden donakaldım bir süre, sonra ateşin başından uzaklaştım, hıçkıra hıçkıra ağladığımı gören olmasın diye…
İstihkâm Okulu’nda mayın dersimize gelen Albay Ergun Kınık hepimizi uyarmıştı. Güneydoğu sınırımıza döşenmiş olan mayınların kaldırılması konusunda İstihkâm Okulunun görüşü “bu işin elle, er gücüyle değil, profesyonel ekiplerce ve araçlarla yapılması” idi. Ama birileri mayınların elle ve er gücüyle kaldırılması için emir vermiş, itiraz eden olduysa da dinleyen olmamış, emir demiri kesmiş, sonuçta Ergun Albay endişelerinde haklı çıkmıştı. Şerif ve üç asker evladımızı kaybetmiştik. Yıllar sonra, Güneydoğu sınırımızdaki mayınların kaldırılması, Ergun Albayın öngördüğü gibi, profesyonel ekiplerce ve araçlarla yapılarak gerçekleştirildi.
Harbiye’de, ana bina girişindeki sütunlarda okuldan mezun olan subaylardan şehit olanların isimleri vardır. Bu sütunların üzerindeki isimlerin yüreğinizde yarattığı duygu yüküyle yürüyerek okulun ana binasına veya orta bahçeye girersiniz. 2004 yılıydı sanırım, 1976 Devresi olarak Harbiye’ye gittiğimizde, okulun ana binasına girerken Şerif aramızda değildi, onun ismi sütunlardan birisinin üzerindeydi. Yüreğim burkulmuştu, ismini gördüğümde. 
Son görüşmemizde, 1981’de, Diyarbakır’dan geldiğinde yazlık kıyafetlerle gelmişti. Haziran ayıydı ama Ankara soğuktu. Bir fotoğrafta birlikteyiz, benim parkam onun sırtında, Hüseyin Gazi Dağı’nın eteğinde bir söğüt altında geleceğe gülen gözlerle bakmışız, başımıza geleceklerden habersiz…
Tüm bu anılar yumağından geriye gençlik dönemimizi anımsatan böyle birkaç fotoğraf ile ikimizin birlikte, gökyüzünün dikdörtgen göründüğü Harbiye’nin orta bahçesinde dolanırken mırıldandığı dert ortağı bir türkü; “Şu ellerde gez gayrı, kâtip ol da yaz gayrı, bir kazma al, bir kürek, mezarımı kaz gayrı”…
Neşet “Zülüf dökülmüş yüze” diye başladığında ağlamaklı oluşum bundan “zahir”…