YÖRÜK KIZI’NIN ÖYKÜLERİ

İlk öğretmenliğe meslek dersleri öğretmeni olarak 1973 yılının soğuk bir kış günü İvriz Öğretmen Okulu’nda başladım.

İnsan, hayatında ilkleri unutmadığı için, ben de İvriz’deki ilk günlerimi bugün gibi anımsıyorum.

Akşamüzeri okula vardım. Nöbetçi Müdür Yardımcısı Niyazi Acar, beni misafirhaneye yerleştirdi. ‘Biraz dinlen sonra lokale iner, arkadaşlarla tanışırsın’ dedi. Valizimi açtım, elbiselerimi yerleştirdim, elimi yüzümü yıkadım, heyecanla hiç dinlenmeden bir alt kattaki lokale indim.

Gülayşe Aydemir (Yörük kızı), Nefise Palas, Füsun Mocuk, Sabiha Eriten, Sevgi Çeltik, Mustafa Gönülal (Bambıl), İsmet Sönmezocak (Hökümet), Süleyman Demir, Burhan Taşyürek, Talat Öztürk, Selahattin Yıldırım ve Ahmet Yallagöz gibi Cumhuriyet aydınlanmasının meşalesini taşıyan değerli eğitimcilerle ilk o gün orada tanıştım. Gülayşe Hocam, ilk gün tanıdığım, yıllarca birlikte çalıştığım iyi bir aile dostu olduğum arkadaşımdır. Daha sonra tayini çıkıp Bandırma’ya yerleşti.

Namı diğer Yörük Kızı Gülayşe Aydemir ile 36 yıl sonra 2012’nin yazında, öğrencilerimizin Antalya Kemer’de düzenlediği buluşma gününde tekrar karşılaştık. Hanım ve ben eski bir dostu görmenin mutluluğunu heyecanını ailece birlikte yaşadık. Değerli eşi Salih Yaldız ile birlikte uzun turlara çıktık. Gülayşe, bizlere Yörük çadırını gezdirdi. Edebiyat, sanat ve felsefe sohbetleri yaptık, anılarımızı tazeledik. Yürüyüşleri yarıda kestik. Çünkü artık yaşlanmıştık. Güzel günler geçirdikten sonra tekrar buluşmak üzere ayrıldık. İşte o günlerde Yörük Kızı, öyküler yazdığını söylemişti.

Yörük Kızı, öykülerini tamamlamış, 17 öyküden oluşan kitabının ilk baskısından bir adet de bana göndermiş.

‘Dünyaya tekrar gelsem’ isimli öykülerini severek okudum. Yörük Kızı, öykülerinde “Burada gerçekler, sorunlarım ve hayallerim var” diyor.

Öykülerinin tamamını okuduğumda, Yörük Kızı’nın yaşadığı sorunları, yaşam savaşını, çelikleşmiş iradesini ve ideallerini gördüm.

Aynı kuşak olduğumuz için aynı sorunları, aynı mücadeleyi hepimiz birlikte yaşadık.

Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” isimli eserinde anlattığı gibi Cumhuriyet, yokluklar içerisinde kuruldu.

Yoksul ve köylü bir toplumuyduk. 13 milyon olan nüfusumuzun %80’i köylerde yaşıyordu. Sanayi yoktu, enerji yoktu, alt yapımız yoktu ve en kötüsü bunları kuracak eğitimli insanımız yok denilecek kadar azdı.

Sadece 337 doktorumuz vardı. Salgın hastalıkların devam ettiği, çoğu insanın savaşlardan yaralı döndüğünü düşünürsek, ortada hazin tablo vardı.

İstanbul’da sınırlı elektrik vardı. Ama insanların yaşaması için ne bir park, ne bir cadde, ne bir alt yapı tesisi vardı. Su yok, kanalizasyon yoktu. Dünyanın incisi İstanbul, Avrupa’nın alt yapısı olmayan tek şehriydi. Bu alt yapıyı kurmak da yeni Cumhuriyet’e düşüyordu.

Cumhuriyetin ilk kadrolarının, o muhteşem coşkusu, heyecanı beni hep büyülemiştir. Ne muhteşem insanlardı onlar… Yokluklar içerisinde özgür, bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kurmuşlardı.

İlkokul yıllarında, Kurtuluş Savaşı gazilerinin bayram günleri okullarımız da Kurtuluş Savaşı’nın heyecanını, coşkusunu anlatması beni hep büyülemiştir.

Kurtuluş Savaşı gazilerinin okullar da yaptığı o konuşları hatırladıkça heyecanlanırım. O insanlara olan sevgim, saygım daha da artar.

Cumhuriyetin ilk kadroları, heyecanlı, coşkulu, azimli, çalışkan ve tutumluydu.

Çünkü Cumhuriyet, yoksulluklar için de heyecan ve inançla kurulmuştu. Babalarımız yoksulluk içerisinde yetişmişti. O kıtlığın, yoksulluğun acılarını yaşamıştı. Anne ve babalarımız da İsmet Paşa gibi tutumluydular.

Onlar tutumlu olmayı, tutumlu yaşama biçimini bizlere de benimsettiler.

Yörük Kızı, bir öyküsünde bu durumu şöyle anlatıyor:

“Analar da ‘büyüyünce giyer’ düşüncesi vardı. Yıllarca giydiğim o üç düz bir büz el örgüsü yeleğimle kız arkadaşlarım alay ederdi. ‘Bu kış n'olur artık giyme şu üç düzünü’ diye. Okul üç yıldı ve ben inadına giydim üçüncü ve son yılımda da yeleğimi.” (Dünyaya bir daha gelsem, sf. 31)

Gençlik yıllarımızda bizler, bir giysiyi üç yıl giyerek büyüdük. Benim hanım da çocuklarına, babasının, çok büyük aldığı içinde kaybolduğu kabanı üç yıl giydiğini söyler. Çocuklarımıza hangi koşullarda yetiştiklerimizi anlatmaya çalıştık.

Yörük Kızı bir edebiyat öğretmeni olarak fen sınıfı öğrencilerine edebiyatının önemini anlatmak zorunda kalmış, bu durumu, Üç Beş öyküsünde anlatmaya çalışıyor. Öğrenciler, edebiyatın üç saatten beş saate çıkmasına isyan ediyorlar.

Bizim öğrencilerimizin genel özelliği, derslere fayda açısından yaklaşmalarıdır.

Öğrencilerimiz, derslere üniversite sınavlarında çıkan soru sayısına göre bakarlar. Bu konu da kaç soru çıktı?

Üniversite sınavlarının kültürel bir birikim, bilinçlenme olduğunu anlamak istemezler. Onlara göre, bilgi birikimi zordur. Onlar soruyu öğrenecek, sınavı başaracaktır. Ne kolay değil mi?

Keşke her şey böyle kolay olsa…

O bilgi birikimine ulaşmayı bir türlü istemezler.

Hiçbir ders, tek başına değildir. Dersler ve konular birbirleriyle bağlantılıdır. Felsefe, edebiyat, tarih, matematik birbirleriyle iç içedir.

Tarih bilmeden edebiyat ve felsefe yapamazsın. Edebiyatı bilmeden felsefe yapamazsınız. Felsefe olmadan edebiyat yavan kalır.

Tarih bilinci ve bilgi birikimi olmadan felsefi düşünceleri anlamlandıramazsınız.

Felsefe bilmeyen matematikte yeni yorumlar yapamaz. Matematiğin rakamları, aslında bir felsefedir. Felsefe olmadan matematik olmaz.

Her düşünce, içinde doğduğu tarihi koşulları yansıtır. Bu bağlantıyı anlatmak, oldukça zordur.

Yörük Kızı, bu bağlantıyı nasıl zor anlattığını öyküsünde bizlere aktarıyor. Felsefe bilmeyenler, kendi alanlarında yenilikler yapamazlar.

Felsefe, bireylerin ufkunu açar.

Felsefe, insanı bilinenin dışına çıkararak yeni keşiflerin, yeni açılımların kapılarını açar.

Felsefe, önyargıları yıkar, kalıpları kırar, buzları eritir, insan zihnin de yeni pencereler açar. Fakat öğrenci, ‘benim üniversite sınavında başarılı olmamı sağlar mı?’ diye sorar.

Üniversite sınavlarında başarılı olmak için belli bir bilgi birikimi ve bu bilgiyi de yorumlamak gerekir.

Üniversite sınavların da öğrencilerin aradığı bir anahtarı yoktur. Bunu bilirler ama hep o anahtarı ararlar.

İşte felsefe, bu bağlantıyı kuran bilgidir.

Yörük Kızı’nın farklı öykülerinde anlattığı özlem aynı: okumak, aydınlanmak ve başarmaktır.

Atatürk’ün açtığı aydınlık yolda, çağdaş yaşam biçimine bitmeyen özlemdir.

Tanıdığım Yörük Kızı, inanmış bir Atatürkçüdür.

Atatürk hayranıdır.

Yörük Kızı, hep sorunlarla karşılaşmıştır. Yeni işlere başlayanlar, atılım yapanlar daima sorunlarla karşılaşırlar. Bu sorunlar karşısında cesur ve kararlı tavrını hep devam ettirmiş. Okulda da aynı tavrını devam ettirirdi. En yaramaz sınıf, en yaramaz öğrenci onun demir disiplini karşısında yola gelirdi. Bu konuda erkek öğretmenlerden çok daha başarılıydı.

Bu saygıyı, bu disiplini dayak, küfür ve hakaretle değil, tavırlarıyla sağlardı.

Kızını da kendisi gibi yetiştirmiş, başarılı bir eğitim sonunda KBB dalında Uzman yapmıştı.

Yörük Kızı için emeklilik yok, aydınlanma, araştırma ve insanları aydınlatmaya bıkmadan usanmadan devam etme vardır. 

Yörük Kızı’na göre, dünya öyle bir yer ki, burada örümcek bile sürekli yatıp uyumaya karşı çıkar ve bir yıldıza ağ kurmak gerekse bile bunu yapma yolunda ölebilir.

Öykülerini zevkle okuduğum ve çok şey öğrendiğim, anılarımı tazelediğim Yörük Kızı’ndan bakalım ne çalışmalar göreceğiz…

Onun oturacağını, çalışmadan duracağını hiç sanmıyorum.

O, kendi dünyasında yeni arayışlarına devam edecektir…

Yeni ürünler verecektir.

Teşekkürler Yörük Kızı, eline, diline ve kalemine sağlık…