Etnik ve dinsel hoşgörüsüzlüğü yaşıyoruz.
Oysa hoşgörü, yaşamı güzelleştirir.
Dünyayı farklı açılardan algılamamızı sağlar.
Hoşgörüsüzlük, insanı kendi dünyasına hapseder, kendi dışındaki güzellikleri görmesini engeller.
Etnik kökenimiz, inancımız ne olursa olsun, özgürce yaşamak hepimizin en doğal hakkıdır. Çünkü ırkımızı, dinimizi, bizler seçmiyoruz. Doğuştan getiriyoruz.
Sosyolojik olarak kazanılmış değil, verilmiş statülerdir.
Verilmiş statülerden dolayı insanlarımızın övülmesi veya yerilmesi ahlaki insani değildir. Fakat henüz gelişmemiş toplumlarda bu sömürüden insanlar kendilerini kurtaramıyor.
Siyaset, bu anlayıştan getirim sağlıyor.
Prim kazanıyor.
Türkiye, etnik ve dinsel sorunlar içerisinde boğuluyor.
Onun için toplumsal sorunlarına çözüm üretemiyor.
Dinsel ve etnik siyaset, ne kadar tartışılırsa tartışılsın, sonuç değişmez.
İnsanlar ne ırkını ne de dinini değiştirebilir, onunla birlikte yaşarız, yaşamak zorundayız.
Din ve ırkın akustik büyüsü var oldukça da, bu sömürü de devam edecek.
Bir ırkın veya dinin diğerinden üstün olduğunu söylemek onu üstün kılmaz sadece egomuzu tatmin eder. Ancak, kültürel gelişme, insanın bilinçlenmesi sonun da kendiliğinden çözülüyor. Günümüz dünyasında saf ırk diye bir şey kalmadığı kanıtlanmış.
Bilimsel araştırmalar bunu gösteriyor.
Bölgesel ve kitlesel göçler yaşanmış.
İnsanlar kaynaşmış, kültürler kaynaşmış.
Birlikte, barış içinde yaşamaktan başka çıkar yollarının olmadığını insanlar görmüşler.
Düşmanlık, kavga, toplumlara refah getirmiyor, üretimi arttırmıyor.
İnsanlara, mesleki nitelik kazandırmıyor.
Cehaletten kurtarmıyor.
Bugün, İngiltere’de doğan her 100 çocuktan 15’inin annesi Pakistan ve Bengaldeş kökenli.
Fransa’da nüfusun yüzde 30’u göçmenlerden oluşuyor.
Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Sarkozy’i Macar göçmeni.
ABD, farklı ülkelerden göç eden pek çok etnik kökenden oluşmuş, fakat dünyanın en gelişmiş ülkesi.
ABD’de niçin etnik ve dinsel sorunlar yok?
Çünkü gelişmiş, çağdaşlaşmış toplumlar kültürel olarak bu sorunları aşmışlar.
Biz niçin bu sorunları tartışıyoruz?
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, tüm İslam ülkelerinin yüz akı.
Bizler, çağdaş yaşam biçimini yakalamaya çalışan tek İslam ülkesiyiz, bunu da Atatürk’e borçluyuz.
Toplum değişir.
Sorunlar değişir.
İnsan ilişkileri değişir.
Yenilikler ortaya çıkar.
Buna bağlı olarak da, hukuk kurallarının değişmesi gerekir.
Değişen toplumları değişmez dinsel kurallarla yönetmek, içinden çıkılmaz sorunlar yaratmıştır.
Batı uygarlığı, büyük sorunlar yaşamış, bunu da ancak Rönesansla birlikte aşmışlardır.
Rönesans ve Reform, Batıda doğal hukuk sisteminin doğmasına yol açmıştır.
Batı uygarlığı, uzun ve çetin mücadelelerden sonra bu günlere gelmiştir.
Bizim de dünyayı yeniden keşfedecek halimiz yok.
Karşılıklı hoşgörü, farklılıklara saygı göstererek uyum içerisinde yaşamak istiyoruz.
Potansiyeli büyük bir ülkeyiz.
Geleceğe güvenle bakmak, geleceğimizi planlamak istiyoruz.
Siyasiler hayatlarında ilk kez kendileri için değil de ülkemiz için geleceğimiz için bir şeyler yapsınlar. İnsanların karşısına çıksınlar ırk ve din üzerinde siyaset yapmasınlar.
Bunu istemek en doğal hakkımız.
Ömer Hayyam’ı şu dizeleri bu durumu ne güzel anlatıyor:
’’Kör cehalet çirkefleştirir insanları
Suskunluğum asaletimdendir
Her lafa verecek bir cevabım var elbet lakin bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene adam mı diye’’