"TÜRKÇE’NİN RESMİ DİL OLARAK İLAN EDİLİŞİNİN EN BÜYÜK ŞEREF PAYI; KIRŞEHİR’E DÜŞER..."

26 Eylül Türk Dil Bayramı üzerine…

 

"TÜRKÇE’NİN RESMİ DİL OLARAK İLAN EDİLİŞİNİN EN BÜYÜK ŞEREF PAYI; KIRŞEHİR’E DÜŞER..."

Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından 13 Mayıs 1277'deki fermanıyla Anadolu'da ilk kez devlet dili olarak kabul edilmesinin üzerinden tam 745. yıl geçti.

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Muhammet Hekimoğlu, 1932'de ilk Türk Dili Kurultayı'nın toplandığı 26 Eylül'de , Mustafa Kemal Atatürk tarafından Dil Bayramı ilan edildi

Dil Devrimi, Türkçenin, Arapça ile Farsça kökenli sözcük ile dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin ortak, ulusal dili olarak yazı ve  konuşma dili durumuna getirilmesini amaçlayan, 12 Temmuz 1932 başlayan Dil Devrimi; Atatürk'ün liderliğinde 1932-1938 yıllarındaki en köklü değişim sürecini yaşadı.

Dil Devrimi, Türkçenin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin en önemli temel taşlarından biridir. Karamanoğlu Mehmet Bey‘in 745 yıl önce verdiği Türkçenin ilk kez resmi dil kabul edildiği fermanın yıl dönümü 13 Mayıs ve Karaman’da Türk Dil Bayramı olarak kutlanıyor.

KARAMANOĞLU MEHMET BEY’İN FERMANI

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya tahtını bastığında halka hitaben yayınladığı ilk fermanda “Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” demiştir.

Esasen Türkçe’nin bir “yönetim dili” olarak 1277’de, Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle oluşu tarihsel olarak dikkate değer bir yeniliktir.

Türkçe’nin “resmi dil” olarak ilan edilişi olayı doğrudan doğruya Karamanoğlu Mehmet Bey’le de sınırlı değildir. Karamanoğulları’nın atası Nuri Sufi aynı zamanda bir Babai Şeyhi olup, Baba İlyas’ın halifesidir. Dilleri saf Türkçe’dir. Baba İlyas’ın oğlu Aşıkpaşa’nın babası Baba Muhlis, bu hadiselerde etkin bir rol oynamıştır.

Türkçe’nin “dönemin resmi yönetimine karşı ayaklananlar” tarafından resmi dil ilan edilmesine giden sürecin yegâne dinamiği, bizim Aşıkpaşa’nın dedesi Baba İlyas’ın kurduğu ve filizlendirdiği ocaktır.

TÜRKÇE’NİN RESMİ DİL OLARAK İLAN EDİLİŞİNİN EN BÜYÜK ŞEREF PAYI KIRŞEHİR’E DÜŞER.

Bu yüzdendir ki, Kırşehirli araştırmacı Cevat Hakkı Tarım, “Meşhur Cimri vakasında Konya’yı zaptettikten sonra 1277 yılında çıkarttığı bir fermanla Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişinin en büyük şeref payı Muhlis Paşa’ya ve Babailer’in karargahı olan Kırşehir’e düşer” der.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; “Kuran dili” olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapça’ya ve işlenmiş bir “edebiyat dili” olan “Farsça”ya karşı tutumu Türkçe’nin vücut bulması doğrultusunda dönemin yönetimine karşı ilk siyasi çıkıştır.                        Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemlik olmuştu. Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir.

Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Arapça ağırlığı dinsel kuralların icrası ve devlet işlerinin görülmesi noktasında kendisini ortaya koyarken, Farsça ise “Okumuşlar” sınıfının edebi zevklerini ve kaprislerini okşamıştır.

Din kurallarına, şeriata bağlılık derecesi arttıkça, Türk devletlerinde Arapçanın Türkçe ‘ye egemenliği de mutlak olmuştur.

TÜRKÇE, YÜZYILLAR SÜREN BU BOYUNDURUKLA YOK OLUŞA GİDERKEN

…Evet Osmanlı’da Arap ve Fars hayranlığının, din devleti olmanın bir sonucu olarak “dinin dili”nin egemenliğine giren Türkçe, yüzyıllar süren bu boyundurukla yok oluşa giderken bu karşı koyuşu her şeye karşın Yunus Emre, Aşık Paşa, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük Türk Mutasavvıflarıyla ve Halk Ozanları aracılığıyla ve de halkın sözlü kültürüyle yaptılar.

İslamlığı, İran kanalıyla tanıyan ve yine bu kanaldan benimseyen Oğuzlar, başlangıçta yerleşik düzenin gerektirdiği İslami kurumlaşmayı İran damgasıyla benimsemiş yine Kaşgarlı Mahmut’un anlatımıyla “Farslarla düşüp kalkmaya başlayınca Türkçe kelimeleri unutup onun yerine Farsça kullanır olmuşlarıdır.”

Anadolu Selçuklu Sultanları, Türk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça ’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir.

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Türkçe ‘ye yüzyıllardır çeşitli kavimlerle temaslar sonucu pek çok yabancı sözlerin girdiğini, ancak bu yabancı kelimelerin İslam devrinde ve son zamanlarda şimdi gördüğümüz kadar geniş mikyasta tasallut ettiğinden” söz eder.

Anadolu Selçuklularında hem resmi dil, hem de Hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin büyük çoğunluğu, Farsça olmuş, ama Türkçe kesinlikle kullanılmamıştır.

İster dinsel, ister edebi ya da bilimsel olsun aydınların dili Arapça ve Farsça olmuş, Türkçe ’ye düşünmeye yararı olmayan bir avam dili olarak bakılmıştır.

Mevlana Celaleddin Rumi, bütün büyük eserlerini Arapça ve Farsça yazmış, onun yerine geçen ve Mevlevi tarikatının manevi başı olan oğlu Sultan Velet (1226-1312) Farsça yazdığı metinlere biraz Türkçe eklemiş, dizelerindeki esinleri de İran şiirlerinden almıştır.

Sonuç olarak Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetli olmuştur ki; hem Selçukluda hem de Osmanlıda Türk dili hiçbir şekilde devlet ve medeniyet dili olamamıştır.

Türkçenin devlet ve medeniyet dili oluşu Cumhuriyet Devrimleriyle mümkün olmuştur. Vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi

kurallarından arındırılıp Türkçenin Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan Kurucu büyük önder Mustafa Kemal’in önderliğindeki, 12 Temmuz 1932 tarihli devrim, sonuçta merkezi zorlamalarla bile halka unutturulamayan bir ulusal dilin, yeni tipte bir ulus devletle resmileşmesinin ve geliştirilmesinin de adıdır.

Kaldı ki Türkçe bu devrimle doğmadı.

Tarihin binlerce yıl derinliklerinden geldi.

Esasen hiçbir yerde Arap-İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değildik.

Kendi dilimizi unutmak hiçbir yerde vuku bulmamakla birlikte. Arap ve İran medeniyetinin tesiri o kadar kuvvetli estiril ki, Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.

ATATÜRK’ÜN “DİL DEVRİMİ’YLE DE BULUŞACAK OLAN TÜRKÇENİN İSTİKLAL MÜCADELESİ

İşte Âşık Paşa’nın Türkçenin horlanıp Arapçanın ilim, Farsçanın resmî dil ve edebiyat dili olduğu 13. Yüzyılda, Türkçeyi diriltircesine “Garîb-nâme ” ile ortaya çıktığı başkaldırı; şimdilerde zorlama “Osmanlıca” dayatmalarına inat, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dil Devrimi’yle de buluşacak olan Türkçenin istiklal mücadelesidir.

Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçeye üstün gelmiştir. Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Türkler, duygularını, düşüncelerini bu dille ifade ettiler ve oya gibi işlediler. Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairi Yunus Emre, kendi zamanında sufiliğin edebi basmakalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş. Günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koyarken, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri şiirleri uçurmuştur.

Türkiye’de bugün de hala anlaşılmakta olup, bu şiirleri, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. Türk edebiyatında çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamakta ve halk arasında yüzyıllardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyutta aşkla okunmaktadır.

Dede Korkut, Yunus Emre, Aşıkpaşa, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Sait Faik, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha yüzlerce, binlerce büyük sanatçılar çıkardı bağrından.

Türk ve dünya şiirinin unutulmaz ismi Nazım Hikmet Ran’ı, Türk Dili’ne katkılarıyla, Türkçeyi şiirlerinde bir oya gibi işlemesiyle de hatırlamak gerekir.

“… Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nazım, Adnan Menderese yazdığı bir şiirinde;

“Türküler söylendikçe Türk diliyle Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle Türk diliyle gülünüp Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça Adnan Bey Ben anılacağım.” Der.

Büyük Türk ve Dünya şairi Nazım Hikmet Ran daha 1934 de “dil devrimi”ne ilişkin görüşlerini açıklarken bugünlere de ışık tutan şu tespitlerini paylaşır:

“… Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır…”