SEVGİNİN MAYASI

Kısa süreli ölümler olmalıydı şu dünyada. Bir süreliğine ölmeli; acılarından, kederlerinden kurtulmalı ve tekrar uyanmalıydı insan. O ölüm anında, ardında yaşanacaklarla yüzleşmeli geride kalanlar. Gidenin ardından bütün kinlerini, öfkelerini, nefretlerini kusmalı veya bırakıp gitmenin boşluğunu, sevgisini, coşkusunu, sevincini yerine koymanın yollarını… Her iki durumun da derin bir hesaplaşmaya dönüşmesi sağlanmalıydı. Yeniden uyanmalı o derin, geçici uykudan çocuk masumiyetiyle yeniden aramıza karışmalıydı. Kendisi ile ilgili yeni yaşamın kapılarını aralamalı. Hatalarından dersler çıkarıp yeni bir hayat kurulur mu, kuşkuluyum.

İnsanın olduğu her yerde arsızlığın, soysuzluğun yeniden boy vermesinin kaçınılmazlığıyla yaşamın gerçeğine dönüyorum. Deliksiz, yarı ölü uykuların ardından hayat nasıl kaldığı yerden sürüyorsa karakterinin bütün özellikleri de kendisiyle uyanıyor.

Sevgiyi acıyla, acıyı da sevgiyle sınarız… Sevginin mayası acıdır. Ancak bu gerçeğe karşın şu gerçekte bütün yalınlığıyla karşımızdadır; insanın mayasında bela vardır. O geçici, derin uyku sonrası uyandığında da belalarıyla, kötülükleriyle; gücünü, kudretini, azametini göstermek, sergilemek için çabadan geri durmuyor. Bu durumda ne yapmalı sorusu can yakıcılığıyla cevabını bekler. Belki de Kıbele Tanrıçası gibi bu dünyaya çocuk doğurmamakta inat etmeli… Kim bilir? Her doğan çocuğun potansiyel kurban oluşu gerçeğini asırlardır yaşar insanlık. Çoğalmadıkça, kendisini tüketecek yeni nesiller gelmedikçe belalardan uzak durmaya çalışır mı dersiniz?

Zaman insanı, insanda zamanı tüketiyor. Zaman insanı incelikle, kendi istediği mecrada tüketirken, insan ise zamanı hovardaca, sorumsuzca tüketiyor. Bu nedenle gereklidir insan için kısa bir ölüm molası… Belki de bu molada kaçırdıklarını ve boşa giden, tükenen zamanın değerini anlar. İnsanlara sevgi dokunuşları yapmayı öğrenir. Daha yaşanılır, anlaşılır bir dünyanın olabileceğini anlar, anlatır. Asırlardır sürdürdüğü; talanların, yıkımların, katliamların… Acıdan başka bir şeye yaramadığını anlar. Güç gösterilerinin, baskıların, zorbalıkların tükenmeyi hızlandırmaktan, barut fıçısına dönen boynu bükük bu gezegeni yorma dışında neye yaradığını anlamaya başlarsa, içindeki belayı tüketirse insan olmanın onuruyla buluşur. Acıları tüketiriz iddiasında değilim. Her durumda acıyla karşılaşırız, onu her birimiz değişik biçimlerde yaşarız. Ancak acılarımızı sevgiyle mayalarsak bir nebze olsun azaltmış oluruz.

İnsan öldükten sonra çok kısa sürede unutulduğunu bilmesine rağmen bu kadar hırs, ihtiras ve kötülüğü yapar. Belki de mayasındaki bela arayışındadır. O bela arayışıdır ki her sabah uyandığında nereye bulaşacağının hesabıyla güne başlar. Yarı ölü haliyle, rüyalarında belayı nasıl sürdüreceğine kafasını yorar. O zamanı iyilik uğruna harcasa kendisinin beladan uzak kalma ihtimalinin artacağının bilinmezliğiyle serseri mayın gibi ne zaman kimi çarpacağını bilmeden korkuyla yaşamanın azabıyla yüklüdür. Uyanıkken sürekli ıstırap çeken, korkuyla yaşayan insan ölüm uykusunda ne yapar acaba… Toprağa değersizce karışan ve hiçbir anlam ifade etmeyen o bedeni yüklerden kurtulmanın hafifliğiyle huzur bulur mu dersiniz?

Güçlü, toplum üzerindeki egemenliğini yitirmekten dolayı ölümden çok korkar. Ölmekten çok, gücünü yitirme korkusu… O korkuyla bir hiç olacağını, anılmayacağını, hatırlanmayacağını, unutulup kaybolacağını bilir. Korkusu bilinçli bir yok oluştan kaynaklanır. Yoksulun ölümü de yoksulcadır. O anunutulur varlığı. Zaman, elbette asırlar sonrasına güçlünün sarkmasına izin vermez. Kötülüklerinin bedelini ödeme korkusu ise onu delilik derecesinde ürkütür. Bu nedenle de ölüm sonrasının azaplarından kurtulma isteğinin ve arzusunun gerçekleşmesi umuduyla kırıntıları biat edenlere sunarken de huzur bulduğunu sanır. Yanılsamalar dünyasında yaşarken ölüm sonrası gerçeklerle karşılaşma korkusu hücrelerini ele geçirir. Kuşku ve korku iç içe geçer ve ruhunu ele geçirir. Bu ele geçiriş huzursuzluğunun kaynağını oluşturur. Sevgi mayasına uzak oluşu, aşağılayıcı bakışları onun yaşamının felsefesi iken o son anlarda uzaklara, geçmişe yönelttiği bakışlarda pişmanlığı boşuna aramayın. Her insanın doğumuyla başlayan ölüm gerçeği ve korkusu yüreğine yerleşirken, ruhuyla gezinirken huzurlu olmasını beklemeyin, aramayın boşuna. Bir sonraki günün kötülüklerinin inceliklerini hesap ederek geçen ömrün huzurunu bulamadığından, ölüm onu kirlettiği toprağına kabul ederken sonsuzluğunda eşitlikçi davranır. Bunun farkında olup olmadığıyla ilgilenmiyorum. Binlerce yıllık insanlık tarihi iskeletlerin sessiz çığlıkları ve yakarışlarıyla gerçeği bize sunuyor.

İnsanın sürekli acı çekmesini anlamakta zorlanıyorum. Geliştirdiği teknik, kat ettiği yol koşullarını iyileştirmesi gerekirken tersi bir açmaz içinde olmasının tek izahı; güçlülerin aç gözlülüğü, doyumsuzluğu, ihtirasları, hırsları olabilir mi? Basit bir anlatımla ölümün eşitlediği insanın yaşamdaki eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolu olmalıdır, güçlünün varlığını yok etmek.

Bu gezegeni sevginin mayasıyla buluşturduğumuzda; acılarımız azalacak, ıstıraplarımız dinecek, kavgalarımız bitecek, ihtiraslarımız yok olacak, hırslarımız sessizce kaybolacak.