Bir cılız ayrık kökü koca çayırın bir köşesine sığınmış ve çayıra:
---Aman sultanım! Bana şuracıkta bir karış yer ihsan eyle! Barınayım. Yerim yurdum yok! diye yalvarmış.
Çayır, gözün alabildiği kadar geniş, gönlü de gani.
---Peki öyle olsun! demiş…
İki, üç sene sonra çayırda ayrık kökünden başka ot bitmez olmuş. Bu sefer çayır ayrık köküne:
---Yahu! Sen iki, üç yıl önce benden bir karış yer istedin, yalvardın. Ben de müsaade ettimdi. Şimdi bütün çayırı işgal ettin! Başkalarına yer bırakmadın! Nedir bu hal? deyince ayrık kökü gözlerini süzerek:
--- Ben yerimden memnunum. İşine gelmeyen çıksın gitsin! cevabını vermiş.
Çok çayırların ayrık otundan kurtulamayışının sebebi budur.
*
HARPLER NASIL ÇIKAR?
Saint-Simon hâtıralarında anlatır: Fransa Kralı XIV. Louis bir gün Trianon Sarayının yapılışını seyrediyordu. Pencerelerden birinin eğri olduğunu söyledi. Binanın yapılmasına nezaret eden Harbiye Nazırı Louvois alındı ve pencerede bir kusur olmadığını iddia etti; kralın ısrarına karşı o da ısrarla fikrini müdafaa etti. Ertesi gün kral gene oraya geldi. Yanında meşhur bir mimar vardı, münakaşa tekrar başlayıp da Louvois bildiğinden şaşmayınca kral mimara pencereyi ölçmesini emretti. Ölçme neticesinde kralın haklı olduğu anlaşıldı. Harbiye Nazırını fena halde payladı.
Samimi arkadaşlarıyla başbaşa kalınca Louvois :”Eyvah, kralın gözünden düştüm, dedi, kralı bu saray merakından kurtarıp kendimi lüzumlu kılmak için bir harp lâzım. Ben harp çıkarmasını bilirim.” Gerçekten de aradan bir ay geçmeden harp başlamış ve kralın bir öfkesi Avrupanın kana boyanmasına sebep olmuştu.
*
İkinci Dünya Savaşı sırasında boyuna kaybeden bir kumandan odasında asabi asabi, bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyormuş.
Bir aralık duvarda asılı duran kendi resminin karşısında durup bağırmış:
--- Söyle bakalım, bu işlerin sonu ne olacak?
Resim dile gelerek şu cevabı vermiş:
--- Ne olacak; beni indirecekler, seni asacaklar!
*
“AT VE FİNO HİKÂYESİ GİBİ…
Adamın birinin koca bir atı ve minimini köpeği varmış. Hayvana biner, yokuşları çıkar, ha kamçılar, ha dürtüklermiş. Eve yorgun argın, sinirleri bozuk geldiği vakit finosu onu karşılar, üstüne sıçrar, havlar, efendiyi neşelendirirmiş. Adam da, şeker verir, hoplatır, kucağına alır, öpermiş köpeği…
At, küskün küskün düşünmüş:
--- Yahu! Ben ki sabahtan akşama kadar işe yarıyorum, nasibim boyuna dayak! Halbuki köpeğin faydası yok, uyuklayıp duruyor. Tekmil iltifatlar ona! Demek ki, dünya böyle… Onu taklid etmek, galiba, en münasibi olacak.
O sabah ahırda yan gelmiş, yatmış. İtilip kakılmağa rağmen işe kalkmamış. Efendi de hastadır zannıyla bırakıp yaya gitmiş. Akşamüstü adam eve dönünce at ahırdan dörtnala fırlamış, şaha kalkıp efendinin üstüne sıçramış ve bacaklarını onun omuzlarına dayamış. Koca dilini çıkarmış, suratını yalamış.
Kudurdu, yahut çıldırdı diye köteği seyredin. Ve atçağız tabii bundan hiçbir şey anlıyamamış.”
*
Saklı Kalan Şiirler köşemizde bu hafta iki şiir yayımlıyorum. İlk şiirimiz Şemsi Belli’nin 1950’li yıllara ait bir şiiri:
HİLELİ ŞİİR
En sadık sevgililer onlardı
Biri ortanca
Öteki uzun boyluydu.
Saatte bir defa buluşurlar
Başbaşa, yan yana konuşurlardı.
Sonra ayrılırdı uzun boylusu
Bir otobüs durağında el sıkar gibi…
Çok severlerdi birbirlerini.
Ne kaprisleri vardı, ne kini.
İsimleri ne Ayten’di, ne Orhan.
Birinin adı: Akrepti.
Öbürününki: Yelkovan…
**
İkinci şiirimiz Sabahaddin Tahsin Teoman’ın 1945 yılına ait bir şiiri. Şiir kitabının adı; “Beşinci Mevsim"
“GÜN”
Sen uyandın diye gün doğar,
Şu yol geçtiğin için güzel,
Bakmadığın için çirkin şu adam.
Su aksin
Dal gölgen içindir.
Ve sen varsın diyedir
Bu dünyada yaşamam”