"MALİKÂNE"  

Nerdeyse kırk tane odası vardı. Bir uçtan bakınca aşağı doğru inen merdivenler görünmezdi.. Âdeta bir saray yavrusu.. Küçük Osman bir koşmaya başladı mı koca malikânede inanın kayboluyordu. Osman,  altı çocuğumun - ellerinizden öper- en küçüğüdür. Ondan büyük beş  daha can tatlısı evlâdım var da var olmasına.. Eğer bilseydim of yine canım darlandı.. Bilseydim bu koca İstanbul'un taşı toprağı altın diyenlere bir çift lafım olurdu.. Hangi taş, toprak efendiler..

Hakketen kim beni buralara getirmişti. Adana Çukurova'da hem ağa, hem çiftçiydim ben.. O da ayrı bir mevzû ya.. O yıl Adana'da pek  fazla yağmur olmamış,  devlet destekli aldığımız tohumlar eşim Aysel ile canla başla ekip uğraşmamıza rağmen filize dönmemişti. Üstelik eşim altıncı çocuğumuz Osman'a hamileydi.. Epey düşünülmüştü aslında bu tarla, sapan, ticaret işi ya; ve bizim oralarda çok çocuk sahibi olmak bir övgüdür.. Çocuklar ileride büyüyen arazilere, tarlalara ve hattâ küçükbaş, büyükbaş hayvanlara yardımcı olacaktı. Hedef buydu.. Ailemiz genişleyecek, ürünlerimiz ve hayvanlarımız da böylece çoğalacaktı.. Amma evdeki hesap çarşıya uymadı. Öyle bir kuraklık vurdu ki toprağımız son üç yıl ve bu yılda hiç ürün vermemiş, âdeta toprak susuzluktan çatlıyordu. Çok üzgün, gözlerimiz yaşlıydı..

Ben mecburen Adana'yı bırakıp İstanbul'un yolunu tuttum. Önce iş bulacak, sonra ev tutacak, daha sonra da sevgili Ayselim ve çocuklarımı yanıma alacaktım. İlk adım attığım gün İstanbul'a amanın ne kocaman, ne büyük memleket, elbet bize de kucak açacaktı. Tabi niyetler güzeldi bana göre.. Lâkin inşaat ve her türlü bakım onarım işlerinden de anlamaktaydım da.. Buna rağmen gittiğim çoğu kapıdan elim boş dönmüş.. Üç gün parklarda aç ve susuz yatmıştım. Bu nasıl memleket canına yandığım sana bir parça ekmek vermiyorlar ama çöplere atıyorlardı olağanca yiyecek ve içecek.. Üç günde çöplerden karnımı doyurdum.. Ah ah içim çok yanıyor derken.. Bir işçi seçimi daha var koştum sıraya girdim.. İnşaat içindi artık ne yaptırırlarsa kabul.. Sanki seçme şansım mı vardı.. Yoktu elbette iki ay kadar inşaatlarda yattım çalıştım.. İnşaat bekçisi kulağı delik bir amcaydı.. Bir gün bana Selâmi sen çok farklısın,  hele gel yanıma.. Nerden gelir, ne işler yaparsın dedi.. Başıma gelen her seyi anlattım.. Ben bir arazide on beş  hane  köy sahibi ağanın da eskiden tabi oğluydum.. Şimdi bakmayın her şeyimizi, topraklarımızı satmadık ama kuraklığa heder ettik..

Bekçi İlyas Amca halimi iyice dinledikten sonra; Selâmi Ağa! Burda artık ağalık yok görüyorsun ve düzene uymak lâzım.. Eğer kabul edersen sana bu inşaatların sahibi Genel Müdürümüz ve Müteahhit Ayhan beyin çiftliğine yönlendireyim.. Zaten yatılı bir aile arıyorlar.. Ama dürüst, şerefli olacak ilk şartları bu.. He sonra kendine daha iyisini bulursan bakarsın bir hâl çarene dedi.. Gözlerimden ışıklar çıktı ve buğulandı..Gercekten mi dedim  Tamam abim ,tamam bekçi paşam, vay ağam bu iyiliğini hiç unutmayacağım diyerek ..Eşim ve çocuklarım ile Adana'dan eşyalarımı da alarak Ayhan beyin müştemilâtina yerleştik.. Eşimin doğum yapmasına son ayları kalmıştı..

Bir gece çok zor bir doğum sonrası Ayselim'imalesef kaybetmiş, en küçüğü de erkek olan Osman ile birlikte her işe bakar hem analık, hem babalık yapıyor.. Evlâtlarıma ve de koca malikânenin her türlü işine koşmaktaydım.. Olsun ama bir yuvaya orası ve dayanıyordum. Evin yani koca malikânenin sadece o küçük müştemilâtı bize yeterken ..Bir saray yavrusu olan diğer bölüm ise üç kişiye Ayhan Bey,  eşi Zülâl Hanım ve pek kıymetli minik Mert Bey'e hitap ediyordu.. Biz yani ben çocuklarım eşim de gidince iyice bir eve kol kanat gererek, büyük çocuklarım kâhyalara, küçükler mutfak alışverişlerine, ben de Ayhan Bey'in özel şoförlüğü de dahil her türlü getir götürüne bakıyordum.. Halimize bin şükür diyor, vallahi de ta ki o güne  kadar mutlu bir şekilde koca konakta yaşamaya çalışıyorduk.. Aman Allâhım sanki bombalar patlıyordu, malikânenin etrafında..Eee yıl 1980 tam sağ, sol davalarının tavan yaptığı bir dönemde, hiç solcu olunur mu ? ya da sağcı.. Her ne ise benim öyle bir gayem hiç olmamıştı.. Tek derdim öksüz yavrularımdı.. Ay aman derken beyefendi ve eşi tam da görkemli bir kahvaltının ortasında.. Kaçın diye bir ses evin Kâhyası Süleyman efendiden derken.. Sağcı bir tetikçi : Beyefendi Ayhan beyi ve eşini bir anda iki kurşunla öldürmüştü. Küçük beyefendi Mert bey hızlı bir şekilde Kâhya tarafından mahsene doğru koşarak gözlenmişti. Amaçları zaten aslında Ayhan beyi vurmak olacaktı sanırım ya sağ görüşlülerin.. yazık eşi de öne atılınca o da hayın kurşunlardan kurtulamamıştı.. O koca malikâne dıştan ve içten öyle bir tarandı ki silahlarla sanki bir savaş alanına dönmüştü. İki gün sonra sabah.. Gideceğiz çaremiz kalmadı artık.. Adana'ya telefon açacak, oradaki kalan hısım akrabalar ile konuşacak ve hattâ konuşmuştum bir önden iki kelâm ..vs.. yok yok olmadı İstanbul.. Canını yediğim memleket asıl taşı toprağı altın kurak da olsa köyümdü. İlk bilet üç gün sonraya tren ile dönüş.. Bir takım dostlar ve hatırı sayılır   insanlara veda edildi.. ve muhteşem köşk Ayhan Beyin köşkü ya da nâm-ı diğer malikânesi inanın  şimdi gözümde hiç bir anlam taşımıyordu.. Oh be Adana'dayım artık..Dayımgillere gittik.. Evvel onlarda iki ay kadar kaldık evlâtlarım ile.. Sonra benim iyi ki elden çıkarmadığım tarlalarıma ve köyevime dönüş zamanı.. Mis hem de ne mis.. Bu sene az su isteyen yani kuraklığa dayanıklı tohumlar gelmiş..Tarlaya ne istersen onu ek.. Hele bir ekelim de Allâh büyük.. 10 yıl sonra yeniden eski Ağalık günlerine geri dönmüş, toprak bire bin verir olmuş.. İstanbul'daki Ayhan Bey'in malikânesinden artık benim ve evlâtlarımın da bir tane var..Çok şey öğrenmiştim, ben hayattan.. Öncelikle asla ne olursa olsun doğduğun yerden toprağından vazgeçmemek gerektiğini.. Sonra mı gerisi tefekkür ve inanç.. Bazı yıl bire bin bereketi değerle.. Kurak olunca da bereketli yıllardakini değerle..

İşte akıl, işte hesap..Bir de asla enseyi karartmamak..