Lafı gediğine koymak…
Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek ve lafın yerine oturmasıdır. Bu durum aynı zamanda taşın tam olarak yerine oturmasına da benzetilmiştir.
Günümüzde; Küfür, mizah ve zekâ davranışlarımızda, ruh sefaletinin karanlığında bocalamaktadır. Üzüm üzüme bakarak kararır kabilinden yazılı ve sözel ilişkilerimizde genel bir kötüye gidiş ve toplumun her kesiminde büyük bir yozlaşma yaşanıyor. Bu noktada sözün, cevap vermenin, anlatının kifayetsizliği ve anlatıcıların itibarsızlığı artık herkesin malumudur. O nedenle yeni bir davranış, yeni bir ifade biçimine ihtiyaç var. Söz ile fiilin örtüştüğü yeni bir söze ihtiyaç var.
Nitekim büyükler; “İnsan, dilinin altında gizlidir.” demişlerdir. Dolayısıyla, ince ruhlu ve zarif bir kişinin konuşması da nâzik ve edebli olur.
Dilin zarâfeti, işittiklerimizin kalitesine ve kalbi duyuşlarımızın güzelliğine bağlıdır. Bu nedenle belki de korumamız gereken en önemli uzvumuz “dil”dir.
Bu vesileyle şu soru sorulmalı;
Küfür, mizah ve zeka nasıl bir arada bulunabilir?
Elbette birçok örnek verilebilir. Mesela şu örneklere ne dersiniz?
Türk filozof Ahi Evran ile başlayalım.
"Harama bakma, haram yeme, haram içme. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Büyüklerinden önce söze başlama. Kimseyi kandırma. Kanaatkâr ol. Dünya malına tamah etme. Yanlış ölçme. Eksik tartma. Kuvvetli ve üstün durumda iken, affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”
Ahilik, aynı zamanda meslek örgüt olmasının yanında bir terbiye ocağıdır...
***
Mesela Osman Bölükbaşı taşı hep gediğine koyardı.
Siyasete Demokrat Parti’ye girerek atılmış matematikçiydi.
Sonra Demokrat Parti’den ayrılarak kendi partisini kurmuştu.
Çevresinde “hem konuşmaları, hem de laf atmalarıyla” ünlüydü.
Bir gün Meclis kürsüsünde konuşurken eski demokratlar laf atıyorlardı.
Bunlardan birinin soyadı Osman Bölükbaşı’na uygundu, konuşmasını kesti:
“Oynama balık, yutarım seni.”
Gürültülü bir oturumdan sonra İsmet Paşa sormuştu:
“Eee söyle bakalım Bölükbaşı, sen bize de muhaliftin, bu devir mi, yoksa bizimki mi?”
Bölükbaşı bu lafın altında kalır mı?
“Paşam, senin devrinde baklava, börek de yutulur cinsten değildi.”
***
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile’ye hasımlarından biri; “Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?” diye sormuş. Galile de adama cevap olarak; “Doğru, benim kulaklarım bir insan için biraz büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mı?” der.
***
Bir toplantıda, bir genç Mehmet Akif’i küçük düşürmek ister ve “Affedersiniz, siz veteriner misiniz?” diye bir soru yöneltir. Mehmet Akif hiç istifini bozmadan “Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?” şeklinde gence cevap verir.
***
Yavuz Sultan Selim Han, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz Sultan Selim ona “Sen sır saklamayı bilir misin?” diye sormuş. Vezir “Evet hünkarım, bilirim.” dediğinde, Yavuz Sultan Selim Han da ona; “İyi, ben de bilirim” diyerek vezirine güzel bir mesaj vermiş.
***
Meşhur bir filozofa; “Servet ayaklarınızın altında olduğu hâlde neden bu kadar fakirsiniz?’ diye sorulduğunda cevabı ibretliktir; ‘Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan…”
***
Cenap Şehabettin’e “Şu edepsize neden bir tokat vurmadın?” dediklerinde, şu cevabı vermiş “Eldivenim yoktu, iğrendim.”
***
Bir gazeteci ile Mahatma Gandi arasındaki diyalog; “Efendim, Batı uygarlığını nasıl buluyorsunuz?”
Gandi “Olsa iyi olurdu...”
***
İngiliz devlet adamı Winston Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili, Churchill’e kızgın kızgın şöyle seslenir:
“Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım” Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır “Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim.”
***
Napolyon’a; “Sen bu boyla ata bininceye kadar savaş biter” denir. Napolyon da “Aslında, savaş ben ata bindiğimde başlar” der...
***
Osman Yüksel Serdengeçti’ye sorarlar;
“Hayatta en çok kimden çektiniz?” Cevap gayet sakin; “Ben iki İsmet’ten çektim” der. “Biri İsmet İnönü, diğeri karım olan İsmet... Biri beni hürriyetimden diğeri zürriyetimden etti...”
***
Suriyeli bir gazeteci Necip Fazıl'a sorar; “Osmanlı bizi niye yıllarca sömürdü?” Üstad cevabı yapıştırır: “Osmanlı sizi sömürmüş olsaydı bu soruyu bana Fransızca olarak değil, Türkçe sorardın...”
***
Şeyh Şamil'e esareti sırasında Rus çarı tarafından mükemmel bir ziyafet verilir. Şeyh Şamil'in iştahlı bir şekilde yemek yediğini gören Rus çarı yanındakilere: "Korkarım bu dağlı, birazdan bizi de yer" diye söylenir. Şeyh Şamil bunu duyunca Çar’a döner ve şöyle der: "Korkmayın, dinimizde domuz eti yemek haramdır"
***
ABD’li gazeteciler 11 Eylül’ü kastederek Muhammed Ali’ye sorar: “Bu saldırıları gerçekleştirenlerle aynı dine mensup olmaktan utanmıyor musunuz?” Muhammed Ali cevaplar: “Peki siz Hitler’le aynı dine mensup olmaktan utanıyor musunuz?”
***
Sovyet yöneticilerinden Brejnev yoksul bir ailenin çocuğuymuş. Çok yükselmiş, annesini Moskova’ya çağırmış. Nerede oturduğunu göstermiş, oradan dağ evine, oradan Karadeniz kıyısındaki yazlığına... Kadın her yeri gördükçe içinden vah vah çekiyormuş.
Brejnev iyice kızmış.
- Benim bu halime sevineceğime üzülüp duruyorsun, neden?
Kadıncağız yine üzgün, hayıflanmış.
- Bir gün komünistler gelirse ne olacak senin bu halin diye düşünüyorum.
***
Uzun konu ama kısaca şöyle anlatılabilir: Seçkinler yaşayacak, ötekiler hayatta kalacak...
Ve Özdemir Asaf ile bitiriyorum.
“Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun” dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu ama...
Bozmadım.