KİM ÖLDÜRDÜ AHİ EVRAN’I?  (2)

Yazarlar, şairler çoğunlukla kendileri ile konuşurlar. Kendilerine söylerler. Eserleriyle bir nevi kendilerine ilimde, sanatta kendi dengi olacak bir arkadaş yaratırlar. Yaşadıkları sürede arkadaşlık ettikleri eserler, onlar öldükten sonra bize miras olarak kalır. Doğal olarak her miras doğru mirasçıların eline geçmez bu nedenle de mirasın doğru değerlendirilmesi yıllar hatta yüzyıllar alabilir.

Artık Konya halkına tekrar tekrar anlattığı halde yerinde sayan bir sohbet döngüsünün olduğu vakitlerde şehre bir yabancı gelir. Günümüzde şehir misafirhaneleri olmasa da o çağlarda dergâhlar şehre gelenleri, yolcuları ağırlar, ilgilenirlerdi. Dergâhın yolunu tutan misafir ile ilgili tarihi kayıtlarda çok fazla delil olmasa da rivayetler, yani söylentiler oldukça yaygındır. Ve şehrin en önemli adamlarından birinin karşısına çıkan bu yabancı misafir, Mevlâna Celaleddin’i oldukça heyecanlandırır. Çünkü gelen misafir uzun bir yoldan gelmiştir ve çok yer görmüş çok insanla tanışmış, çok şey yaşamıştır. E ne derler çok okuyan mı çok gezen mi bilir? Tabi bu gezgin derviş yolculuğa çıkınca ilk beşinci dakikada yol hipnozu olup nerden gelip nereye gittiğini unutan bir yolcu değil. Aldığı nefesten, yürüdüğü yola, geçtiği koyaktan, içtiği suya, baktığı dağlardan gördüğü bulutlara kadar her şeyin yaratılışında bir hikmet arayan ve gören, günümüz tabiriyle “carpe diem” anı yaşayan, hatta her bir anı yaratıcısına duyduğu aşkla yudumlayan, her şeyin farkında bir yolcu! Ve onun adı Şems. Şems-i Tebrizî. Tebrizli Şems.

Her akşam işi biten kişiler, dergâha; Mevlâna bugün bize yeni bir hikâye anlatacak diye giderken kitaplarından ve nadiren bir araya geldiği âlimlerden başka bir eğlencesi olmayan Mevlâna’ya da can şenliği olacak, bilgili, donanımlı, görmüş geçirmiş bir arkadaş gelmişti. Bir karıncadan bile bir şeyler öğrenme gayretiyle yaşayan bir adam, dünyanın diğer ucundan gelen bir âlimle karşılaşınca derin sohbetlere dalmışlar. Hani demişti ya Mevlâna “senin bilgin karşındakinin anladığı kadardır” diye; şöyle düşünelim bir çeşme var ve sürekli akıyor. Senin elinde ise iki litrelik bir testi var. İki litrelik testiye beş litre su doldurabilir misin? Tabi ki hayır. İşte Mevlâna ve Şems karşı karşıya gelince ikisinin testisi de çeşmesi de genişledikçe genişlemiş. Her ikisi de bildiklerini, düşündüklerini, hayal ettiklerini saatlerce, günlerce birbirine anlatmışlar. Ömrün kısa, nefesin sayılı olduğunu bildiklerinden yalnızca bedeni ayakta tutacak kadar yemiş, içmiş, uyumuşlar ve uyanık oldukları her anı dolu dolu bilgi deryasına dalarak yaşamışlar.

E malumunuz insan bencildir, insanın çoğu empati yeteneğinden yoksundur. İnsanın çoğu somut dönemdedir yani çocuk gibidir. (Bu somut dönem mevzuunu başka bir yazımızda ele alırız bir gün) Mevlâna’nın da bilgili biriyle sohbet etmeye, arkadaşlık etmeye, öğrenmeye ihtiyacı olduğunu düşünmek yerine Mevlâna’nın her gün anlattığı hikâyelerden mahrum kalan halkın arasında ufak ufak haset tohumları ekilmeye başlamış. Küçük küçük söylenen sözler domino etkisiyle büyüyerek büyük taşlara, duvarlara evrilmiş ve artık can sıkıcı bir hal almış. Şöyle başlamış olaylar;

-          Bu adam da kim böyle?

-          Ne diye gelmiş buraya?

-          Mevlâna niye bu kadar sevindi?

-          Tanışıyorlar mıymış daha önceden?

-          Mevlâna’ya hiç benzemiyor bu! Oldukça sert mizaçlı.

-          Hem misafirlik de bir yere kadar. Ne zaman gidecek?

-          Geleli kaç gün oldu?

-          Yirmi gündür Mevlâna bizimle bir araya gelip sohbet etmiyor.

-          Mevlâna’nın sohbetini özledik ya hu!

-          Hala içerde derin sohbetteler mi?

-          Ohoo ooo! Bu adam gitmeyecek herhalde!

-          Mevlâna da o geleli beri bizi unuttu.

-          Yok canım Mevlâna bizi unutmaz da o adam yok mu o adam Şems mi ne! O bilerek yapıyor. Mevlâna’yı odaya tıktı, bizi yalnız bıraktı.

-          Kırk gündür işretteler mi? Hiç çıkmadılar mı? Sadece yemek, su ve ihtiyaç için mi?

-          Doğru düzgün bir şey yemediklerinden ihtiyaçları da az oluyordur.

-          Ulan bu adam Mevlâna’ya büyü müyü yapmış olmasın!

-          Zaten duruşu, bakışı elden ayrı bir adam; hiç sevmedim.

-          Mevlâna’mızı bizden aldı.

-          Mevlâna da yeni ayı görünce biz eski ayları kırpıp yıldız yaptı, hepten unuttu.

-          Mevlâna çok değişti çok.

-          Lan yoksa bunlar başka şeyler mi yapıyorlar içerde?

-          Ne bilelim insanın aklına türlü şeyler geliyor, tövbe estağfurullah.

-          Yok yok Mevlâna yapmaz öyle şey.

-          Yapar mı la yoksa?

-          Valla insan oğlu çiğ süt emmiş, yapar mı yapar!

-          Neyse herkesin ayıbı kendine ne halleri varsa görsünler.

Bu gibi nefsin ve cehaletin beslediği sorular ve cevaplarla günden güne insanlar ulaşamadığı ciğere murdar demeye başlamış ve söylentilere sebep olmuşlardır.