Çocukluğumda yaşadığım, kaybolan kentimi, sokağımı ve o sokağın etrafında dizili tek katlı, bahçeli evimi, evleri arıyorum. Sokakla birlikte evde kayıplarda… Zamanın ruhuna yenik düşen insanların yok ettiği, beton yığınına dönüşen evimi…
Gülümseyerek beni karşılayan, kışın buz kesen odalarındaki sıcaklığa hasret kalalı bir ömrü kendisine kurban verdiğim azametli, dik duruşlu önündeki kiraz ağacıyla birlikte kaybetmeden önceki evi… Yok artık… asırlar öncesinin aç gözlülüğüne, oburluğuna, kadir kıymet bilmezliğine feda edilmiş haliyle…Beton yığınlarına yeni taşınan sakinlerinin asık suratlarına, streslerine, gerginliğine, tanımazlığına yenik düşen o sıcak ev ve canlı sokağımın yok oluşunun hüznüyle çaresizce, umutsuzca, içim burkularak bakıyorum.
Ruhunu yitirmiş, geçmiş zamanın içerisine bırakmalı ve yeniden yaşamalı. Ancak, artık imkânsız olduğunu bilerek son bir umutla boynunu büküyor, ne yapayım dercesine. Duruşu ile sadaka dilencisine dönüşmüşken, vurulan her kazma, her kepçe dalışı ile hatıralarının gizemine ve sonsuzluğuna gömülüyor. Tıpkı eski sakinlerinin ruhsuzlaşan yaşamları ve bükülen boyunları gibi…beton yığınlarına kurban edilmişti çocukluğum. Apartmanlara sıkışan, birbirini tanımayan somurtkan kalabalıklar arasında kayboldu çoğumuz. Birbirimize uzak, birbirimize hasret uzaklardaki kentlerde yaşar gibi yabancılaştık.
Kültür erozyonuna, çürümüşlüğüne dirençsiz düşen, boyun eğen, yıllar öncesinde teslim olan sokak yeni görüntüsüyle bana çok itici geliyor. Ben mi zamanda değilim, zaman mı beni yutup kendisine esir aldı, bilmiyorum. Sakın bana her şey değişiyor, kentte bundan payını alacak bilgiçliğiyle karşılık vermeye kalkışmayın. Değişimin farkındayım, yitirilmenin farkında değilim.Kent beni yutuyor. Ben bu kente ait değilim. Çocukluğumun, gençliğimin alışkanlıkları, yaşanmışlıkları çok gerilerde kaldı. O tek katlı, bahçeli, toprak kokusunun ağaçların meyve kokusuna karıştığı çağlar öncesi çok gerilerde…Oraya yeniden uzanmak, dokunmak, tutunmak değildir derdim. Derdim bozulmanın, çürümenin, yozlaşmanın değişim adına bu kadar kısa sürede yarattığı alt üst oluşlardır.
Kent bizi unutuyor ve terk ediyor. Yalnızlığımızla bırakıp gidiyor. Sanki bu kentte hiç yaşamamışız gibi unutuyor.
Kentte yolculuğumuz sürüyor. Çocukluğumun Barış Caddesinde yürüyorum. Kentin en eski caddesi. Ara sokaklarına sapıyorum. Ihlamur sokağını görüyorum, yeni bir sokağa Karanfil, birbirini takip eden Begonya Sokağı, Zambak Sokağı… genellikle çiçek isimleri ne güzel. Biraz ilerde kente uzun yıllar emek vermiş bir şahsiyetin adı. Ferahlıyorum, nefes alıyorum. Vefa borcu ödenmiş insanlara… Orada yeni bir ana caddeye çıkıyorum. Sevgi Caddesi. Eskiyen kentin en eski caddelerinden.
İçime derin bir ferahlık çöküyor. İnsanların huzurunu yansıtan bu caddelerinde de binalar eski, yıllara inat meydan okurcasına ayakta durmaya çalışmalarına rağmen sessizce, sakinlerine mağrurca bakıyorlar. Birbirini takip eden sokaklarının başında ölmüş veya yaşayan sanatçılarının, yazarlarının, şairlerinin isimleriyle, içim ısınıyor.
Kan ter içerisinde uyanıyorum. Gecenin sessizliğine, benim dinginliğime inat… etrafıma bakınıyorum, karanlık. Ben aydınlıkta dolaşırken bu karanlığa nasıl, ne zaman düştüm. Tuhaf… Rüya olmalı. Aradığım ve ulaşmak istediğim Barış ve Sevgi…. O kadar uzak ki!
Sabah uyandıktan sonra caddeye çıkıyorum. Çok eskilerden, kentimle ilgisi olmayan bir isim beni karşılıyor. İrkiliyorum, tuhaf, kim bu isim… Hafızamı yokluyorum, ulaşamıyorum, kayıtlarımda yok. Kentimle bağlantısını kuramıyorum. İlk sokağa gözüm ilişiyor, bir sayı görüyorum:140.. tuhaf olmanın ötesinde itici… “Yanıldım mı?” diye bir sonraki sokağa bakıyorum, yeni bir sayı:150…tuhaflık artıyor, soğukluk yüreğimi ele geçiriyor. Her şey sayılar düzeyine inecek kadar sıkıcı.. Kentin hangi caddesine, sokağına yönelsem benzer tuhaflıklar. İçimdeki Barış ve sevgi boyunları bükük, elimizden bir şey gelmiyor dercesine bana bakıyorlar.
Kenti simgeleyecek, nesillere hatıra olarak bırakacak görüntüler silik ve ezik.. Kentin bir hafızası, bir dokusu, bir kültürü olmalı… hepsine o kadar uzağız ki!..