Yıllar önce gençliğimin geçtiği Kırşehir de bulunmak beni çok mutlu ediyordu. Şirin insanların imece şeklinde birbirine destek olduğu çoğu bahçe içinde olan evleriyle gönüllere hitap eden bir Anadolu şehriydi “Kırşehir”…
Gece yarısına kadar sokakta mahallece oturulur, sohbetler edilir, kısırlar yapılır, fırını olan kalkar kek pişirir, eğer un veya şeker eksiği varsa herkes imkanları dahilinde ortama dahil olurdu.
Kimse kimseyi yadırgamazdı, ikramların azlığından şikâyet edilmezdi. Gülen yüzler yapılan espriler küçük çapta dedikodular yapılsa da bu kimseyi kıracak veya üzecek boyutta olmazdı. Gün bittiğinde herkes mutlu bir şekilde evlerinin yolunu tutarlardı.
Sokakta çocukların cıvıltısı, tıpkı ağaç dalına tünemiş dişisine kendini beğendirmek isteyen erkek kuşlar gibi çocukların kimi top oynarken kimi ip atlarken, mahallenin gençleri akşam yemeğinden sonra, ilk yemeği yiyerek sokağa çıkan genç dışarıda arkadaşlarını bekleyen bir ıslıkla diğer gençleri teyakkuza kaldırarak toplanma bölgesinde toplanmalarını sağlardı. Kimi zaman gece yarılarına kadar süren gece gezmeleri, kimi zaman sabahlara kadar sürerdi, ta ki gece bekçilerinin düdük sesi duyulana kadar devam ederdi. Bu arada gençler arasında parası olan ve olmayan arasında hiçbir fark gözetilmeden kimde para varsa imkanlar dahilinde ortak harcamalar yapılırdı.
Genelde Kırşehir’in güzel insanları kışlık yiyecekler dahil olmak üzere, konserve yapmak ve salça yapımı için genelde sebzelerin birçoğunu bahçesinde yetiştirirdi. Buram-buram kokan domatesler, patlıcanlar, biberler ve yeşil soğanlar; hatta mısırlar toplanılarak taze bir şekilde sofraya inerken mısırlar için akşamları özel ateş yakılırdı kapı önünde ağızlar eller yüzler simsiyah dumanın ve mısırın isi olurdu.
Dallarda bulunan meyveler yolda geçenler tarafından koparıldığında bu duruma göz hakkı denilerek, helal edilirdi. Tabi ki bahçedeki sebze ve meyvenin yetişmesi için bu işi yapan insanlar vardı. Genelde Tavuk Pazarı Cacabey Camii üstünde veya Buğday Pazarı civarında olan bu kardeşlerimiz için iş ve kazanç kapısı olurdu.
Babamın kahvehanesi vardı, ben kardeşimle kahvehanede babama yardım amacıyla çalıştırırdık. Kahvehaneye gelenler genelde yazın bağ bahçelerde çalışan dostlardı. Parası olmadan içilen çaylar ve oynanan oyunların ücreti yaza sarkar yazın bağ bahçe işinde kazandıklarıyla borçlarının ödeneceği teminatı verilirdi; esnafın geneli verilen söze itibar ederek borçla aldıklarına göz yumardı. Yazın çalışırlar bu bağ bahçede kazandıklarıyla, kışı rahat nefes alarak geçirirlerdi.
O kazandıkları ücretle hem evinin, hem de kışın iş olmadığı için takıldıkları kahvehanede içtikleri çayların ücretini rahatlıkla ödemek için belli bir miktar para ayırırlardı. Yani o gecekondu diye tabir ettiğimiz bahçelerin bellenmesi, ekilmesi gibi ihtiyaçları gidermek için bu dostların yardımına ihtiyaç duyulurken, o insanlarında gelirlerine katkıda bulunurlardı bahçe sahipleri. Sanırım tam bilmemekle beraber, 1995 yılında Kırşehir’den ayrıldım, ayrılmış olsam da hep gönlümün bir köşesini kaplamıştır bu şirin ilimiz olarak gönlümün bir köşesinde yerini aldı.
Vakit buldukça, fırsatını yakaladıkça, eşim ve çocuklarımla bu şirin ilimize gelirdik. Zaten gerek benim gerekse eşimin ailesi Kırşehir’de olduğundan gelme zorunluluğumuz olduğundan Kırşehir’e gitmek için bu bizim bir bahane oluyordu Kırşehir’e gitmemiz.
Her gelişimizde kayınbabam ve Annemlerin oturduğu bahçede oturmak ve daldan bir elma yada kayısı almak hele ki dut mevsimini iple çekerdim dala çıkarak dutları kopararak sulu-sulu yemek için. Ya da bahçeye girerek taze bir salatalık koparmak kadar zevkli bir his duymazdım. Taze taze meyve ve sebzelere kocaman binaları olan büyük şehirde nereden rastlayacaksınız, ancak köylere giderseniz, o ise çok zor Büyükşehir’in keşmekeşi içinde. Tazelik ancak şirin ilimizin şirin küçük bahçelerinde rastlamak mümkün. Hele sabahın ilk ışıklarında dış balkon kapısını açılmasıyla beraber içeriye dolan iğde ağaçlarından gelen kokular muhteşem bir duygu oluştururdu.
Peki yıllar geçtikçe ne oldu da biz bu kadar bu güzel duygulardan uzaklaştık? Bizi yozlaştıran paranın çok cazip gelmesi miydi? “Malıma mal katayım bir evim 10 ev olsun” diye miydi bu kadar hırs? Bu yüzden miydi bahçelerde bulunan o kadar ağacı keserek ziyan etmek; peki o ağaç dallarında bulunan meyvelerin, özlem içinde dedesinin evine gelmeyi hayal eden torunların, hayal kırıklığı yaşatarak hani dede ağacım demesinden daha mı önemli koca beton evleri dikmek? Ya o güzelim burcu burcu kokan domatesler, salatalıklar; ya sıcacık yufka ekmeklerin pişirildiği tandırlıklar.
Şimdi çok mu mutlusunuz her tarafı beton yapı olan binalara kendinizi hapsetmeye karar verdiğinizde? Alışabildiniz mi komşuların ufacık bir tıkırtıda kapınıza gelerek çok gürültü yapıyorsunuz demelerine. Her kapı zili çaldığında yine komşu geldi demeye.
Peki canınız sıkıldığında çat kapı gittiğiniz eski komşularınıza şimdide çat kapı gidebiliyor musunuz? Yoksa önceden randevu mu alıyorsunuz? Geliyoruz diye? Arabanızı park ederken sıkıntı yaşıyor musunuz çok merak ediyorum. Ya da yüksek binaların yaşantısına alışık olan komşularınızın sizi cahil görmesi ve hor bakmasına alıştınız mı acaba? Tabi ki koca bir “HAYIR” sanmıyorum size o bahçeli evlerinizin tadını versin, gece yarısına kadar sohbet etmeyi…
Yıllar geçtikçe Türkiye’nin genelini saran Apartman hayatı özlemi bu ilimizde de baş göstermişti. Herkes piyasada beton binaları o güzelim bahçelerin olduğu gecekonduları yıkarak yeni yeni konforlu evler yapmak için gezen Müteahhitlerle anlaşmak için müteahhitlik büroların kapısını aşındırmaya başlamıştı. Artık bu şirin ilimiz modaya uymuş bir-bir evlerini müteahhitlere vermeye başlamışlardı. Sırf bir evim varken 2 veya 3 evim olsun çocuklara ev bırakayım veya zengin görünmek hevesiyle.
O kadar meyve ağaçları kesilerek heba olmuştu, sırf hırs ve modern dünyada yerini betonarme eve sahip olmak için.
Halbuki farkında olmadıkları bir şey vardı, artık çocuk ve torunlarıyla yazları sabah kahvaltısı yapacakları bir bahçeleri olmayacaktı. Taze taze bahçeden kopararak sofraya getirecekleri ne Domatesleri ne Biberleri nede Salatalıkları olacak. Ya çocuklarına salıncak yapacakları bir ağacın dalı olmayacak. Çocukları geldiğinde dört duvar arasına tıkanıp kalacaklar. Belli bir zaman sonra artık çocuklar dedelerinin evine gitmek istemiyorlar, artık dedemizin evini sevmiyoruz diyerek.
Evleri müteahhitlik firmalarına daire karşılığı veren vatandaşlarda, daha sonrasında torunlar ve çocukların bir araya gelmesiyle birlikte evlerinin önündeki havlu ve bahçelerin yok olması sebebiyle torunlarına verecek cevapları kalmadığı için, son yılların modası olan şehrin dışında yapılan hobi evlerine rağbet ediyorlar.
Bu hobi evleri sayesinde insanlar akın akın bu evleri almak için bu işi kazanç kapısı haline getirenlerin kapılarında kuyruklara girerek bir an önce almak istiyorlar.
Ya pekiyi o bahçeleri belleyen ve ağaçları budayarak geçimini sağlayanların buruklukları!
Yani dostlarım anlayacağınız, bu betonlaşma yüzünden maneviyatımız bitti çevrede konuşacağımız dost arkadaş ve ahbap kalmadı. Yeni dostumuz kitabımın adında olduğu gibi “içimizdeki yalnızlığımız”la baş başa kaldık.
Selamlar Saygılar dostça kalın sevgili okurlarım, bu arada 8 Ekim Cumartesi günü düzenlenecek İmaj Magazin Yılın Başarı Ödülleri töreninde bendeniz de ödül alacağım, layık görenlere buradan teşekkürlerimi sunarım.