Kartoğlan teneke çalardı. Şehirlerdeki Ramazan davulcularının görevini bizim köyde de teneke çalarak Kartoğlan yapardı. Köyde çalacak davul olmadığından o da davul yerine teneke çalardı.
Gece yarı bölünüp sabaha dönerken yataktan kalkılacak, üst baş giyilecek, yazlıkta (balkon) bir köşeye dayalı duran teneke yanındaki değnekle birlikte alınıp sokağa çıkılacak. Ama neye göre? Kartoğlan'ın saati yoktu.
Ben dedemle adına "dış oda" dediğimiz, kapısı yazlığa açılan misafir odasında yatardık. Sanırım köyde tek çalar saat bizim evimizde vardı (Cep saatinin birkaç kişide olduğunu anımsıyorum).
Dedem yatmadan önce misafirler dağıldıktan sonra (Eğer ben kurma kollarını karıştırıp bozmadıysam) kutsal bir görevi yerine getiriyormuşçasına büyük bir özenle başını sağ omuz tarafına eğer, dualar mırıldanarak akrep çubuğunu zil çubuğunun üzerine getirir, sahur için saati üçbuçuğa kurardı. Sonra gene büyük bir özenle saati dolabın üstüne yerleştirir, üstünü dantel örtüsüyle örttükten sonra gülümseyerek gaz lâmbasını üfleyip yatağa girerdi. Sabah üçbuçukta saatin zili çalınca uyanır, gaz lâmbasını yakardı.
Kartoğlan bizim alt komşumuzdu. Evi bizim evin bir sıra altında, tahminen elli metre uzağındaydı.
Oğlu yoktu. Karısı Kör Döne ve kızı Kör Satı'yla birlikte bizim eve göre küçükçe bir evde otururlardı.
Karısı Döne'yle ucuz, yeşil kaplı "Köylü Sigarası" denilen sigaradan içerler, çok sigara içtiklerinden olacak ikisi de kesintisiz öksürürdü.
Kış günleri oturdukları odanın bacası iyi çekmediğinden bacayla birlikte eski sobanın yamalı yerlerinden de dumanlar içeriye savrulurdu.
İçtikleri ucuz "Köylü Sigarası"nın dumanından yayılan katran kokusu saman kokusuyla karışık tezek kokusuyla birlikte iyi ısınmayan odanın rutubetli duvarlarına hiç çıkmamacasına yapışır kalırdı.
Yoksuldu, bir bağı ile birkaç parça küçük tarlası vardı. Zamanında tek kardeşi "Güçcük Kart" (Küçük Kart) Süleyman ile babadan kalan tarlaları bölüşmüşler, tarladan gelen gelirin kendilerini geçindirmediğini gören "Güçcük Kart" çocukları Şakir ile Bekir'e daha iyi bir gelecek hazırlamak için Kırıkkale'ye göçmüş, çocuklarını terzi yanına çırak vermişti.
Tek kardeşi "Güçcük Kart"ın Kırıkkale'ye göçmesiyle köyde akraba olarak karısı Kör Döne'nin kızkardeşi Kör Sultan'dan başka kimsesi kalmamıştı.
Genetik olarak karısı tarafının kaşları, gözleri, kirpikleri harman yerinde kalarak rengi atmış çiğ sarı saman rengindeydiler. Güneşe bakamazlardı. Işık karşısında gözlerini kırpıştırarak yere indirdiklerinden olacak köylüler kendilerine "Kör" lâkabını takmışlardı.
Kartoğlan teneke çalıp köylüleri uyandırma zamanını bizim odanın ışığına göre ayarlar, yanmış görünce kalkar, giyinir, evin yazlığına bıraktığı tenekeyi yanındaki değnekle alarak köyün sokaklarına teneke çalmaya çıkardı. Köyde davul olmadığından teneke çalar, çaldığı tenekeye karşı ücretini köylüler aralarında toplayarak öderlerdi.
Kartoğlan'ın "- Haydin ha, haydin kalkın haaa! Haydin haaa, kalkın, kalkııın haa!" bağırtısıyla birlikte evlerden isli lâmbaların soluk sarı ışıkları tek tek yanmaya başlardı.
Orta boyluydu. Saçını daima üç numara traş ettirirdi. Sert, kırçıl sakalının rengi dört köşe çenesinde biraz daha koyulaşarak yüz ifadesine daha ciddî bir anlam yüklemişti. Kış günleri hepsi eskicilerden alınma siyah, kalın bir palto giyer, diğer mevsimlerde ise hep koyu gri üstüne lâcivert çizgili pantolon - ceketle gezerdi.
Yoksul, ama onurluydu. Bugün söylediğini yarın inkâr etmez, haksızlığa boyun eğmezdi. Köylüler kişiliğini lâkabına yansıtıp kendisine dobra dobur, mert anlamına gelen "Kartoğlan" adını vermişlerdi. Asıl adı Mehmet'ti. Mesleği ayakkabı tamirciliği idi; ayakkabı tamir eder, o dönemin meşhur lâstik ayakkabılarından dikerdi.
Kendi köylümüz olan Tilki Hoca'nın Kırıkkale'ye göçmesiyle köyün hocası geçici olmaya başlamıştı. Çoğu zaman kalıcı hoca bulamazlar, sırf Ramazan ayında ezan okuyup teravih namazı kıldırsın diye bir aylığına hocalar tutulurdu. Bu hocaların parasını köylüler kendileri karşılar, bir ay boyunca sırasıyla evlerine misafir ederlerdi. Hocalar genellikle Karadeniz kökenli olup bilgi düzeyi son derece düşük, gerçek kimliklerinin ne olduğu bilinmeyen tiplerdi.
Sonbahar akşamlarında gökyüzü soluk koyu gri renge döner. Bacalardan dumanlar kavisler çizerek gökyüzüne yükselir. Aylardan Ramazansa köye ulvî bir sessizlik çöker. Ne bir inek böğürür, ne de bir köpek havlar. Tavuklar, horozlar zaten çoktan kümese konulmuş olurlar. O sessizlikte bir kuşun kanat sesi bile duyulmaz.
Kadınlar, analar tandırların başında bir yandan yemek hazırlarken bir yandan da çörekler, börekler açarlar.
Biz çocuklar ceplerimizde çerezler, ellerimizde küçük bezlere sarılı çörekler, börekler, dürümlerle hocanın misafir olduğu evin çevresinde sıralanıp gruplar halinde hocanın ezan okumasını beklerdik...
Misafir olduğu evden işine biraz daha önem, biraz daha ciddîyet katarcasına yavaş yavaş, ara sıra saatine bakarak çıkan hoca ezanı geciktirdiği düşüncesiyle ellerindeki sigaraları yakmayı bekleyen sigara tiryakisi köyün gençlerinden çoğu zaman gizliden gizliye küfür yerdi.
O zamanlar köy camilerinde yüksek minareler yoktu. Hoca misafir olduğu evin yüksekçe bir yerine çıkar, aşağıda bekleyen biz çocuklarda heyecan iyice artar, sessizlik daha da yoğunlaşırken cep saatine son bir kez daha bakan hocanın elini kulağına atıp “Allahuekber! Allahuekber!" demesiyle biz çocuklar hep bir ağızdan yarışırcasına, “Ezan okunduuu! Ezan okunduuuuu!" diye bağıra bağıra evlerimize doğru koşarken elimizde bulunan yiyecekleri daha eve ulaşmadan yiyip bitirir, köyün içini masum, günahsız seslerimizle doldururduk.