Öncelikle bir yanlış anlamayı ortadan kaldırarak yolculuğumuza çıkalım. Gemimiz rotasını kadınların acılı, ezilen, horlanan, dışlanan ve var olma mücadelesinin limanında konaklayacaktır. Kısa vereceğimiz mola sırasında; her fırsatta “kutsadığımız“, kendisine birçok payeleri sözle verdiğimiz pratikte ise Nazım’ın deyimiyle “sarı öküzden“ sonra andığımız, benimse çile çiçekleri olarak isimlendirdiklerimizle kendi sokaklarında onlara içimi dökeceğim.
8 Mart Kadınlar Günü veya bir kutlama günü değildir.
Kadın emekçileri anma günüdür.
Barbarlığa, zorbalığa, sömürüye, ayrımcılığa, eşitsizliğe başkaldıran kadınların hunharca katledildiği bir gündür.
Açgözlü para babalarının –öyle olmayan birisi hiç olmamıştır– daha çok kar, daha çok kazanç, daha çok emek sömürü hırsına ve ihtirasına karşı duruşun, isyanın acımasızca, kanlı bastırılmasının trajik günüdür.
İnsanı metalaştıran, her türden insani değeri ve kazanımı kazanca dönüştürmekte çok mahir olan kapitalistler ve ideologları bu isyan gününün de içini boşaltarak basit bir kadın kutlama gününe çevirmekte hiçbir sakınca görmediler. Bu yanılsamayı içselleştiren bir kısım kadınlar ve örgütleri de bu dramatik anma gününü kutlamaya dönüştürmeye başladılar.
8 Mart 1857‘de New York’taki bir tekstil fabrikasında başlayan işçi direnişinde polis işçilerin üzerine kapıları kilitledi. Daha sonra çıkan veya çıkarılan yangından kaçamayan 120 emekçi kadın hayatını trajik şekilde kaybetti. Daha sonraki yıllarda da buna benzer trajik olaylar yaşanmaya elbette devam etti. İnsan emeğini sömürmeye dayalı sistem acımasızdır. Emeğin karşılığını hiçbir zaman vermek istemez. Hak alma mücadelesi kanlıdır. Bu nedenle gezegenimizin birçok ülkesinde grevler, grev kırmalar sürer kanla ve ölümle karışık.
Kapitalist sistem; eşitsizlik üzerine inşa edilmiş olup, varlığını eşitsizliklerin sürdürülmesine borçludur. Sistemin temel çelişkisi; kapitalist ile proleter arasındadır. Kapitalistin temel amacı; daha az ücret, daha uzun süreli çalışma, haklarından yoksun, örgütsüz, itaat eden çalışanlar… Kan emicidir, doymaz, doyumsuzdur. Köleler --siz bunu ister ücretli, ister ücretsiz algılayın fark etmez-- iştahını kabartır. Egemenliğini sürdürmek için her çeşit aygıtı, ahlaki olup olmamasının önemi yoktur --buna devletin tekelinde olan silahlı güçlerde dahil-- kullanmaktan çekinmez. Amacı uzun süreli veya masallaştırdığı biçimiyle ebedi varlığını sürdürmektir. Çalışanların örgütlülüğü onun korkulu rüyasıdır. Biliyor ki; çalışanlar arası dayanışma ve birleşme onun bütün ihtiraslarını frenler, istediği gibi at oynatmasına engel olur, saltanatını sarsar.
8 Mart direniş fitilinin yakıldığı, kıvılcımların yayıldığı, korku duvarının yıkıldığı, ağır bedellerin ödendiği zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri olmayanlara ilham kaynağı olan bir gün olması bakımından önemlidir.
8 Mart 1908 de New York’ta 15 bin kadın çalışanın daha kısa mesai, ücret ve seçme hakkı talepleriyle haykırışları başladı.
1910 yılında toplanan Uluslar arası Kadınlar Konferansında Clara Zetkin’in önerisiyle uluslar arası bir protesto ve anma günü olarak kabul edildi.
İnsanlık tarihi; muktedirlerle köleler arası dramatik çatışmaların, dehşetlerin, vahşetlerin, toplu ölümlerin yaşandığı kanlı ve bir o kadar da acımasız geçmişten geliyor. Haklar; muktedirlerin bir lütufu olmayıp ağır bedellerin bir kazanımıdır. Bu kavga halen de sürmektedir. Sürecektir de…Daha eşitlikçi, adaletli, mülkiyet ilişkilerinin kökten değiştiği, özel mülkiyetin son bulduğu güne kadar da sürecektir.
Kadın; anne, eş, bacı, hala, teyze olmasının ötesinde insandır. Soruna böyle yaklaştığımızda çözümlerimizde daha eşitlikçi olacaktır. Kadın hakları mücadelesi insan hakları mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda bir erkek mücadelesidir. Bu mücadele bir cinsiyet mücadelesi olmayıp, var olma, insan olma halinin kabulüne yöneliktir. Bir eşitlik mücadelesidir. “Hemen hemen hepsi gizli bir derebeyi olan erkekler, kadınların her isteğinde, her talebinde bir isyan, bir başkaldırı, hatta bir hakaret görürler.”
Dünyanın her tarafında kadınlar, aşağılanıyor, hırpalanıyor, ucuz iş gücü olarak kullanılıyor, fuhuş pazarlarında köle olarak satılıyor. Acımasızca sistemin çarklarında öğütülürken, “derebeyi“ erkekler tarafından katlediliyor. Uğradıkları tacizler, tecavüzler artık haber değeri bile taşımıyor. Öldürülmeleri gazetelerin magazin sayfalarında küçük bir punda olarak sunulurken, katilleri; önemsiz cezalarla aramızda dolaşmaya devam ediyorlar. Ve bunu sağlayanda erkek egemen hukuk sisteminin normlarıdır. İyi hal ve benzeri abuk sabuk gerekçeyle yok edilen kadınların failleri bir süre sonra aramıza karışıyor.
Kadının cinsel bir obje olarak görülüp horlanması, aşağılanması bütün kabalığıyla sürmektedir. Cinsiyet ayrımı özellikle doğu toplumlarında çağımızın en yakıcı sorunu olarak devam etmektedir. En “çağdaş”ından en cahiline erkek egemen güç kadını “meta“ya dönüştürmüşken, sorunun çözümünün güçlüğünü biliyorum. Kadın emeğinin anlamı ve değeri olmadığından, sömürülmesinin sözü edilmeye değer görülmüyor. Toplumun yarısını oluşturan kadınların siyasal katılımlarının sembolik düzeyde olması cinsiyet ayrımcılığın en görünür kanıtıdır.
Benim kırmızı çizgim çocuk taciz, tecavüz, istismarı, öldürülmeleri ve kadın cinayetleridir. Her öldürülen, aşağılanan, dışlanan kadınla birlikte aslında kendimizi de yok ettiğimizi fark edebilsek, birçok sorunun çözümünde ortaklaşsak, yaşadığımız toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırmaya enerjimizi yöneltsek bu anma gününün ruhuna uygun hareket etmiş oluruz.