HATIRLAMAK MI, UNUTMAK MI?

Geçmiş… Kimi zaman bir şarkının nakaratında, kimi zaman bir kokuda, kimi zamansa bir cümlenin içinde saklanır. Bazı anılar, öyle sıkı tutar ki yakamızı, gitmez bir türlü. “Unut gitsin” derler. Ama unutmak, öyle bir düğmeye basar gibi olur mu hiç?

Şimdi Japon bilim insanları, beynimizdeki anıları silebilen ya da bastırabilen bir teknoloji geliştirmiş. Optogenetikle kimyasal yöntemleri birleştirerek, hafıza depolamadan sorumlu sinir yollarını hedef alabiliyorlar. Yani, bir anlamda geçmişin izini sürüp “burayı silelim” diyebiliyorlar. Üstelik amaç kötü değil: travma, bağımlılık, PTSD gibi sorunlara çare olmak. Kulağa umut gibi geliyor, değil mi?

Ama bir yandan da ürkütücü. Çünkü insanın en derin benliği, hatıralarının toplamı değil midir? Hangi anıyı silersek, kimliğimizin hangi parçasını da beraberinde götürürüz?

Ben bazen düşünüyorum; keşke bazı anılarımı silebilsem. Hani öyle acıtan, içini kemiren, yıllar geçse bile ara ara kapını çalan o türden anılar. Ama sonra duruyorum. Belki de o acılar olmasa ben bugünkü ben olmazdım. Psikanalist Freud’un dediği gibi, “Bastırılan her şey bir gün geri döner.” Belki de silinen bir anı, sadece karanlık bir köşede yeniden filizlenmek için bekler.

Toplumsal açıdan da ilginç bir mesele bu. Eğer hatıralarımızı silebilirsek, suçluluk, pişmanlık, hatta vicdan nasıl şekillenecek? Durkheim olsa belki şöyle derdi: “Toplum, bireylerin ortak hafızasıyla ayakta durur.” O hafızayı parça parça silersek, toplumsal bilinç de yara almaz mı?

Bir düşün: Savaşları, adaletsizlikleri, kayıpları unutan bir toplum… O zaman “bir daha asla” deme gücünü nereden buluruz? Belki de bazı acılar, unutmamamız gerektiği için vardır.

Yine de… insanoğlu hep iki uç arasında kalır: Hatırlamak ile unutmak. Akıl ile kalp. Bilim ile vicdan.

Bazen geceleri düşünürken, zihnimdeki eski görüntüler geçit töreni yapar. Zaman zaman gülümsediğim, zaman zaman içimin burkulduğu sahneler. Ve her defasında şunu anlarım: Hatırlamak, can yaksa da yaşadığının kanıtıdır. Unutmaksa belki bir sığınak, ama sığınılan yer çoğu zaman ıssızdır.

Tıpkı izlediğimde beni derinden etkileyen Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filmindeki gibi… Orada da iki insan, birbirlerini hafızalarından sildirmeye çalışırken, aslında en değerli anıların bile ne kadar acıyla iç içe geçtiğini fark ederler. Unutmak, o filmde de bir kaçış değil, bir kayıptı. Çünkü silinen her anı, sevginin bir iziyle birlikte gidiyordu.

Joel’un filmde dediği gibi, “Bazı şeyleri hatırlamak, onları unutmaktan daha az acıtır.”

Belki de bu yüzden, acı anılar bile bir tür hatıradır; insanı yeniden insan yapan sessiz tanıklıklardır.

---

Bazen bir anı, kalpte bıraktığı izle yaşamın pusulası olur.

Bir kokuda, bir sokakta, bir şarkıda o iz tekrar canlanır. İçimizdeki çocuk çıkar karşımıza; yaralı ama hâlâ umutlu. İşte o anda fark ederiz: acıdan kaçmak, insan olmaktan biraz eksilmek demektir.

Ben bazen geçmişime dönüp baktığımda, kırıldığım yerleri artık bir yara değil, bir öğretmen gibi görüyorum. Çünkü insan, unuttuğunda değil; affettiğinde hafifliyor. Belki de bilim değil, kalp daha önce bulmuştu bu yöntemi: Sevgiyle hatırlamak.

---

Belki de mesele, anıları silmek değil; onlarla barışmanın bir yolunu bulmaktır.

Çünkü bazı anılar silinse bile, insanın iç sesi hep hatırlatır: “Bir zamanlar hissetmiştin.”

Kim bilir… Belki de geleceğin en zor sorusu şu olacak:

Unutma hakkı, insanın elinden alınmalı mı — yoksa verilmemeli mi?