“İnsan yapmak istediği bir şeyin çaresini, yapmak istemediği bir şeyin bahanesini bulur” diye bir söz var. Yani istemezseniz, ipe un sermek de kolay, kırk dereden su getirmek de. İsterseniz de Zümrüt-ü Anka kuşu gibi Kaf Dağını bir soluk yanınızda hisseder, tüm engelleri aşarsınız.
Bir resmi kuruma gidiyorsunuz, görevli kimlik kartı istiyor. Hasbelkader yanınızda yoksa “Kimliksiz olmaz, al da gel” deyip gönderiyor, bir gününüz heba oluyor. Aynı durumda başka bir memur “TC’ni söyle” diyor, söylüyorsunuz ve işiniz çözülüyor. Yine acil bir sağlık sorununuz var, hastaneden günlerce randevu alamıyorsunuz. Belki bir şans diye, ilgili doktora kafayı uzatıp “Doktorum benim ciddi bir sıkıntım var ama randevu bulamıyorum” diyorsunuz. Bazen “Randevusuz olmaz” diye sert biçimde gönderenler oluyor, bazen de “Saat 4’ten sonra bir gel de sıra bitince bakarız” diye çözüyor sorununuzu. Yani sadece biraz insanlık, biraz vicdan, biraz yardım etme isteği hayatınızda büyük farklar yaratıyor.
Bizim çocukluğumuzda memlekette zaten çok az doktor vardı, yüzde 90’ı da pratisyendi. Uzman doktora rastlamak Nobel ödüllü tıp insanınsa rastlamak gibi bir şeydi. Başımız da ağrısa, midemiz de ağrısa aynı doktora giderdik. Giderdik dediğime bakmayın, kimde doktora verecek para vardı da şifa arayacaktı. Mahallede bir Habibe (Happe) Hala vardı, giderdik ona, ottan çöpten bir şeyler yapar, sürer, içirir, üstüne de bir dua okur gönderirdi.
Yine avukat sayısı da azdı. Öyle, ceza avukatı, boşanma avukatı, icra avukatı, mülkiyet hukuku avukatı gibi branşlaşmalar yoktu. Her avukat her davaya bakardı.
Doktorlukta, avukatlıkta olduğu gibi vatandaş da birkaç işi birden yapardı. “Ne iş olsa yaparım ağbi” dönemiydi o zamanlar.
Berberlerin çoğunun tabelasında “Diş çekilir, nal çakılır, sünnet yapılır” yazardı çoğunlukla. Hatta bizim mahalleden tanıdığım berber birisi tabelaya “Almanca tercüme yapılır” ekletmişti. Bildiğim kadarıyla ilkokul 3’ten ayrılma birisiydi, diploması yoktu yani. (Belki vardı da mahkeme kararıyla iptal edildi bilemiyorum) Biraz da okusa kesinlikle ilik nakli filan da yapardı. Okuma yazması da, konuşması da kıttı ama 3-4 yıl Almanya’da kaldığı için tercüme de yapıyordu. Alfabe zayıflığı o kadar netti ki, tabelasında “Berber” değil, “Belbel” yazardı. “Diploması bile olmayan, okuma yazması kıt birinin yaptığı tercümeye güvenilir mi?” demeyin. Yumuşak G’nin (Ğ) üzerinde çizgi olup olmadığını bilmeyen muhterem bir zata güvenip de bakanlık, başbakanlık yaptırmadık mı?
Aynı belbel, sünnet yapacağı zaman da dükkânın önüne bir teneke leğen konur, birsi sünnet çocuğunu kucağında tutar, belbel de herkesi tıraş ettiği usturayla mesleğini icra eder, “Oldu da bitti Maşallah” diye gönderirdi. Şimdi siz buna da “Sağlıklı olmayan koşullarda çocuk belbele emanet edilir mi? diye de sorarsınız eminim. Sorun tabi, hakkınız, ama benim de size bir sorum olur o zaman: “Peki piyasada o kadar sağlıklı zeytinyağı, mis gibi hakiki köy tereyağı varken, siz memleketin kaderini Nebati margarine nasıl teslim edip de medet umdunuz?”… Neyse beni zorla siyasete sokmayın, konumuz “çözüm” şimdi.
Belbeller, dükkanda tıraşla meşgul olurken, nallanmak için getirilen atlar kapı önünde bekletilirdi. Belbelin işi bitince eline çekici, mıhları(çivi), küçük bir orağa benzeyen toynak bıçağını ve nal çeşitlerini alıp dışarı çıkardı. Önce atın ayaklarının altını tek tek bıçakla düzeltir, sonra nalları tek tek deneyerek en uygununu çakar, “hayırlı olsun” deyip parasını alırdı. At da Dolce Gabbana ayakkabı giymiş gibi tıkıdık tıkıdık keyifle uzaklaşırdı.
Diş çekimlerini berber koltuğunda yapardı belbel. Allah için o işi biraz daha hijyenik yapardı. Dişçilerinkine benzeyen bir kerpeteni olurdu ve diş çekmeden önce kolonyayla iyice yıkardı. Normal dişçilerden çok ucuz çektiği için de “müşterisi” hiç eksik olmazdı. Diş çekimi belbelde çok ucuz olmasına rağmen mahallede paslı kerpetenle bedava diş çeken rahmetli Memiş Amcaya giderdik çoğunlukla. Uzmanlaşmıştı o da mesleğinde. Tek seferde çekip çıkarırdı. Evde pamuk da olmadığı için damağımıza biraz koyun yünü sıkıştırıp gönderirdi.
Diş deyince bir de Hatay Kırıkhan’dan gelen ordinaryüs profesör diş imalat sektörünün baronları vardı. Pazartesi günleri Kırşehir pazarına bir tezgâh açarlar, üzerine çeşit çeşit alt ve üst damak diş protezlerini sererlerdi. Yanına da küçük bir naylon leğen koyarlardı. Dişi olmayanlar gelir, protezleri naylondaki suyla güya yıkadıktan sonra ağızlarında denerler, uymazsa bir başkasını dener, en sonunda rahat ettikleri protezi takar giderlerdi. Hiç biri uymazsa, diş uzmanı tacir, oyun hamuruna benzeyen bir madde hazırlar, ayak üstü damak ölçüsünü alır, bir kese kâğıdına koyup üzerine hastanın adını yazar, ertesi hafta getirir teslim ederdi. Belki de o zamanlardan kalma mikroba bağışıklık kazandığımız yapımızla bugüne kadar salgınları, virüsleri atlatıp geldik bugüne.
Velhasıl, her dönemde şartlara göre, olanaklara göre, çözüm yöntemleri de bedelleri de farklı oluyor yani. Eskiler, o ilkel koşullarda olanaklar dahilinde böyle pratik çözümler üretirlerdi.
Süleyman Demirel’in “Meseleleri mesele yapmazsanız, ortada mesele kalmaz” düsturu, sorunları çözmez ama, meseleleri fazla büyütmeden pratik yolla çözmek lazım tabi. Ama sağlıkla, vicdanla, akılla, bilimle, insanlıkla yaparsak gerçekten çözeriz sorunları.