1960’lı yılların başından bu yana Kırşehir’de gazetecilik mesleğini yapıyorum.
Bu yıllardan beri Kırşehir’de nice doktorlar tanıdım. Şimdi bugün pek çoğu aramızda olmayan doktorlardan Kırşehir Devlet Hastanesi’nin ilk Başhekimi olarak tanıdığım Dr. Adem Egeli idi. Sonra o yılların Sağlık Müdürü Dr. Tevfik Özenbaş, Kırşehir’in ilk özel hastanesinin sahibi Dr. Rıfat Kayadelen, Kadın Doğum Hastalıkları Uzmanı Dr. Şükrü Balantekin, Kırşehir’in yıllar yılı kahrını çeken Dr. Sami Eralp, Dr. Ünal Anıldı, eski Hükümet tabiplerinden Şemsettin Kodal, Kırşehir’de görev yapığı yıllar içinde hemşehrilerinden kuruş kuruş topladığı paralarla görev yaptığı Terme Caddesi’ndeki Verem Savaş Dispanseri hizmet binasını yaptıran Dr. İsmail Yağız…
O hemşehrilerimizden pek çoğu Kırşehirspor’un kuruluşunda görev aldılar ve yönetim kurullarında çalıştılar. Hepsi de Kırşehir’i ve Kırşehirlileri severlerdi.
Yakın tarihimizde yine isimleri unutulmayan Dr. Erdal Ahat, Dr. Coşkun Mahmutoğlu, Dr. Cahit Gürses, Dr. Metin Durandurdu ve daha kimler kimler…
Hepsinin Kırşehir’e ve Kırşehirlilere çok hizmetleri geçti. Kırşehirliler de bu isimlere hep saygı gösterip, unutmadılar.
Bugün yıkılmış, yeri viraneye dönmüş eski Devlet Hastanesi’nin tarihi çınar ağaçlarını, çamlarını ilk diken Başhekim Adem Egeli’yi, sonra yine Başhekim Dr. Erdal Ahat’ı daha dün gibi hatırlıyorum. Hepsi de aydın, Atatürkçü insanlardı. Ondan dolayı olsa gerek hala sevilirler ve hatırlanırlar.
Bugün görüyoruz ki insanlar bir cehalet ve gaflet içinde. Kendisini kurtaran sağlıkçılara saldırıyorlar. İşte geçtiğimiz günlerde Kırşehir’de sağlıkçılarımıza böyle bir saldırı yapıldı. Bunları hatırlamak bile istemiyorum.
“Cahil adam cesur olur” derler biliyorum. Ama hayatımızı kurtaran doktorlara, gece-gündüz uykusuz kalarak kendilerine hizmet eden hemşirelere, sağlıkçılara saldırmak, hakaret etmek cehaletten olsa gerek. Hepsine şükran borcumuz olan sağlıkçılar yine de hizmet vermeye devam ediyorlar.
Bu konuda yeri gelmişken Dr. H. İbrahim Soğancı’nın hoşgörüsüne sığınarak kaleme aldığı bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“23 yıllık hekimlik hayatımda sanırım en az yarım milyon insanı muayene etmiş, konuşmuş, dertlerini dinlemiş, acılarını dindirmeye çalışmışımdır.
Hekimlik her ne kadar pozitif bilimler kategorisinde kabul edilse de bence aynı zamanda bir sosyal bilimdir. Mesleki atalarımızın büyücüler, şifacılar, çoğu zamanda din adamları olduğunu düşünürsek aslında bunda şaşılacakta bir şey yoktur.
Hemen her sınıftan, zümreden veya sosyal kesimden geniş kitlelerle bağlar kurabilen bir mesleğin icracısı olmak, toplumu tanıma, anlama, onun dokusundaki, düşünce dünyasındaki değişimleri daha iyi gözlemleyebilme olanağını da kazandırır hekime.
Özellikle son 20 yıldır bir şeylerin iyiye gitmediğini, toplumsal dokumuzda, mayamızda bir şeylerin değiştiğini her gün daha fazla hissediyorum.
Örneğin hekimlik hayatımın ilk yıllarında daha saygılı, edepli ama genellikle hekimin mutlak otorite olduğu (ki bence doğru değildi) hekim-hasta ilişkisinin, hızla hastanın mutlak otorite olmaya çalıştığı (ki bence çok daha yanlış) başka bir biçime doğru evrildiğini gözlemliyorum. Bu elbette sadece hekim-hasta ilişkilerine özgü bir durum değil.
Herkesin her konuda “fikir” sahibi olduğu, hastanın hekimden daha çok hekim, futbol seyircisinin hepsinin birer teknik direktör, sinema seyircisinin birer aktör, yediden yetmişe herkesin siyaset bilimci, “sallandıracaksın iki tanesini taksim meydanında bak bir daha oluyor mu?” tarzında müthiş çözüm önerileriyle herkesin sosyolog, cüppelisi, cüppesizi, sakallısı, sakalsızı, sarıklısı, kravatlısı herkesin din adamı olduğu garip durumla karşı karşıyayız.
Günümüz iletişim teknolojilerinin yarattığı bilgiye erişim kolaylığının da bunda rolü olduğu elbette yadsınamaz. Ama ben problemin kaynağının farklı olduğu kanaatindeyim.
Ne olup bittiğini daha iyi anlamak için sanırım iki kavram üzerinde durmamız gerekiyor.
1. Cehalet 2. Gaflet… Cahil en genel anlamıyla, bilmeyen demektir.
Bir konu, bir nesne ya da bir durum hakkında bilginiz yoksa o konu, nesne, ya da durumun cahilisinizdir.
Gafil ise sözlüklerde;
- Aymaz,
- Çevresindeki gerçekleri göremeyen ya da sezemeyen,
- Geleceğini, ilerisini düşünmeyen ve önemsemeyen, anlamların da kullanılmakla beraber esas olarak “bilmediğini de bilmeyen” demektir.
Hatta bir adım daha götürürsek gafil “kendini bilmeyen” demektir.
Bu iki kavram üzerinde tanımlarının ötesine geçerek biraz daha durmanın faydalı olacağı inancındayım.
Cahil, bilmediğinin farkındadır. Bilmediğini kabul eder. Bu kabul onu öğrenmeye yatkın kılabilir, en azından alime yani bilene hürmet etmeyi sağlayabilir. Oysa gafil asla bilmediğini kabul etmez, dolayısıyla asla öğrenmeye yatkın değildir ve alime saygısı olmaz.
Cahil, hayret etme, şaşabilme kabiliyetini henüz yitirmeyendir. Merak edebilir soru sorabilir, en azından eğitilebilme potansiyelini taşıyabilir. Ama gafil asla hayret duygusunu yaşamaz, düşüncelerini sorgulamaz, hatalı olabileceğini kabul etmez, eğitime ihtiyacı duymaz.
Cahil, alim karşısında eziktir, bilenin otoritesini kabul eder ve genellikle bu otoriteye pek de sorgulamadan boyun eğer.
Gafilin ise kendisi otoritedir. Başka otoriteden, hele de alimin otoritesinden nefret eder. Cahil henüz realiteden kopuk değildir, gerçeği bilmese de sezgisel olarak gerçeğe yakındır yani gerçekle arasında köprü kurabilme kabiliyetini yitirmemiştir.
Gafil realiteden tamamen kopmuştur, kendi hayal dünyasında safsata ile örülmüş yüksek duvarların ardında yaşar, gerçeğe ulaşmak için gerekli tüm bağları reddeder.
Kısacası cahil uyanabilir olandır, gafili uyandıramazsınız.
Elbette her insanın her konuda bilgi sahibi olması ne mümkündür ne de gereklidir.
Hepimiz bir şeylerin bilgisine sahipken bir şeylerin de cahili olmaya devam edeceğiz.
Her zaman bilmediklerimiz bildiklerimizden fazla olacaktır. Alimden kastımız her şeyi bilen cahilden kastımız hiçbir şey bilmeyen demek değildir.
Bu kavramlar arasındaki farklar daha etraflıca tartışılabilir ama bu yazıdaki derdimi anlatabilmek için bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.
Hekimin kapısından, önünü ilikleyerek, şapkasını utangaçça elinde büzüştürerek içeri giren ve bir hizmet değil de adeta lütuf bekleyen insandan, kapıyı tekmeleyerek giren ve hekimi onun tüm isteklerini yerine getirmekle görevli bir hizmetkâr gibi gören insana geçiş ne anlama gelmektedir?
Bu cehaletten gaflete geçiş değil de nedir?
Bu geçiş nasıl olmuştur? Cehalet çok övülürse gaflete dönüşür.
Elbette ister tek tek bireylerin olsun, ister bir bütün olarak toplumun olsun, davranış değişiklikleri, yaşadıkları ekonomik, sosyal, siyasal atmosferden bağımsız düşünülemez.
Halk dalkavukluğu; yönetenlerin iktidarlarını tehlikede gördükleri her dönem başvurdukları, kitlelerin en geri yanlarını okşama, en ilkel güdülerini harekete geçirme, deyim yerindeyse aşağılık komplekslerini içi boş bir özgüvenle doldurma çabasıdır diyebiliriz.
Halk dalkavukluğunun temelinde cehaletin övülmesi adeta bir fazilete dönüştürülmesi vardır. Elbette tarihi yeni değildir.
Kitlelerin adam yerine konmaya başlandığı kısmi demokrasilerden günümüze egemen gücün az veya çok hep kullandığı bir yöntem olmuştur. Ama kuşkusuz zirvesine her zaman faşist ve totaliter rejimlerde ulaşmıştır. Son yıllarda ülkemizde de bu popülist yaklaşımın siyasetin temel propaganda biçimi haline geldiğini görüyoruz. Biz de halk dalkavukluğunun temel argümanı batı hayranlığı yerine batı düşmanlığının ikame edilmesi oldu.
“Almanya bizi kıskanıyor” argümanı aslında her şeyi anlatmaktadır.
Hep başkalarına imrenerek, başkalarını kıskanarak yaşamış bir insanın artık kendisine imrenildiğini ve hatta kendisinin kıskanıldığını düşünmesinin yarattığı ruhsal tatmini bir düşünün. Böyle bir tatminin yarattığı “gurur” şatolarında yaşayan insanların başlarını pencereden dışarıya uzatıp, sokağın çıplak gerçekliğini görmek isteyeceğini düşünebilir miyiz?
Mesela, ona Almanya’nın yıllık ihracatının, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 57 Müslüman ülkenin (1 milyar 600 milyon nüfusa tekabül eder) toplam ihracatının iki katı olduğunu söyleseniz sizi duyar mı?
200 yıldır aşağılık kompleksinin çölünde kavrulmuş bu insanlar, gölgesine sığındıkları devasa binaların, köprülerin bedelini merak eder mi sanıyorsunuz?
Halk dalkavukluğunun bir başka davranış biçimi ise cehaletin ödüllendirilmesidir.
Örneğin, hiçbir ekonomi ya da iktisat eğitimi almamış bir kişinin (bir güreşçinin) bir kamu bankasının yönetim kuruluna atanması sadece liyakat açısından tartışılırsa bence mesele çok da doğru anlaşılmış olmayacaktır.
İktidara yakın sayısız ekonomist vardır, isteseler pekâlâ yine kendi politikalarına hizmet eden, alanında uzman birini de atayabilirlerdi.
Ama kitlelere verilmek istenen mesaj farklıdır. Cehaletin ve sadakatin ödüllendirilmesi ve cesaretlendirilmesi hedeflenmektedir.
Bu tür ödüllendirilmeler, yoksul ve eğitimsiz insanlara iktidarda kendilerinin olduğu, ülkeyi kendilerinin yönettiği hissini vererek gaflet uykusunu sürdürmelerine hizmet etmeyi amaçlar. Yıllarca sürdürülen diploma tartışmalarını hatırlayınız.
Bu tartışmaların toplumun eğitimsiz kesimlerine verdiği subliminal mesajlar, onların kendilerini iktidara yakın hissetmelerini sağlarken, toplumun eğitimli kesimlerinde hayal kırıklığı, umutsuzluk giderek derinleşmiştir.
Her yıl iyi yetişmiş binlerce gencin ülkede gelecek göremeyerek yurt dışına gitmesi, ülkede adeta bir beyin göçü trajedisinin yaşaması iktidar sahiplerinin pek de umurunda görünmemektedir.
Sözün özü, cehaletle mücadele edilip bilgiyi yaygınlaştırmak, bilgiyi özendirmek ve ödüllendirmek yerine cehalet adeta kutsanarak gaflete dönüştürülmüştür.
Son 20 yılın özeti budur.
Eskilerin “Arif “dediği, günümüz diline “kendini bilen” olarak çevirebileceğimiz insandan fersah fersah uzaktayız artık.
Cehaletten eğitimle uyanmak mümkün olabilirdi belki.
Ama gafletten ancak trajediyle uyanabiliriz. Trajediye hazır olun…’’