Bazen hayat dinlediğim bir şarkının sözlerine benziyor; “dilimin ucunda kelimeler / bir türlü söyleyemiyorum…”
Hayallerimizi, düşüncelerimizi kâğıda dökmeye çalışırken fazla vakit kaybetmemek gerektiğini anladım. Üç aydan fazla bir süre yazmaya ara vermiştim. Ancak bu sürede de küçük insanların hikâyelerinin peşinden gitmeyi asla bırakmadım. Söz, yazıya geçmezse uçup gidiyor.
Yaptığım pek mühim bir şey mi, ona siz karar verin. Ancak hayat, daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi küçük insanların hikâyesinde gizlidir. Hem zaten büyük adam nedir ki! Ona da, sahnedeki projektörü fazla yaklaştırınca aslında ne kadar sıradan, küçük bir insan olduğunu anlarız. Hayır, kasdettiğim küçültme, değil elbette. O “büyük adam” da; şirketler yöneten, şehirler kuran, savaşlar çıkaran o “büyük adam” da gözyaşlarına hakim, o da bazen sevinçten, bazen de hüzünden ağlıyordur. O da hastalanınca acı çekiyor elbette…
Dünyaya mâlolmuş büyük sanatkârların hayatlarına bakın, o büyüklüğün arkasında bizler gibi, acı, ızdırap çeken, kâh gülen, kâh ağlayan küçük bir insanı görürsünüz. O eserler, çektikleri acılar olmasaydı ortaya çıkar mıydı? Dünyayı bir asırdan fazla bir süredir güldüren Şarlo lâkaplı Charlie Chaplin’in Yumurcak filminde yetimhaneye giden küçük çocuğun kendisi olduğunu bilmesek ne kadar komik gelir o film!
Halbuki acılarını, kötü geçen çocukluğunu, kahkahalar attırarak seyrettirmiştir bize… Orhan Kemal, yoksul Çukurova insanlarının içinde olmasa o hikâyeleri yazabilir miydi, Dostoyevski Karamazov Kardeşler isimli eserindeki “baba” karakterini, kendi hayatı öyle olmasa yaratabilir miydi!
Ben de, küçücük bir şehirde, yine küçük insanların hikâyelerini yazmaya devam edeceğim. Çay Ocağındaki Hasan amcayı, belediye otobüsündeki huysuz ihtiyarı, Eski Buğday Pazarının insanlarını, bazen bir kediyi, karıncaların yuvalarına yükü kendisinden ağır yiyeceği nasıl bir sebatla taşıdığını, köyde otuz yıldır küs olan ve geçen ay barışan amca-yeğenin hikâyesini, bu barışma hikâyesini babama anlattığımda babamın gözyaşlarını tutamayışını, “döğüş, nizah neye yarar!” deyişini yazacağım.
Bana eşlik eden o şarkı bitiyor, hayat böyledir, bir şarkı biter, bir hikâye yeniden yazılır, hızlı çekim film akışındaki gibi insanlar akar gider…
***
Saklı Kalan Şiirler Köşemizin bu haftaki ilk misafiri İhsan Raif Hanım. Şair, daha çok “Kimseye Etmem Şikâyet” isimli eseriyle tanınıyor. Ama ben o şiiri değil, sanatçı Erol Büyükburç tarafından şarkı olarak seslendirilen şiiri yayınlıyorum:
AĞLARIM
Neden gülmesin gül gibi yüzler
Niçin ağlasın o güzel gözler
Niye sevgiye sevimsiz sözler
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Şu gördüğümüz rengârenk çiçek
Sevdalı bülbül sarı kelebek
Yekdiğerini bırakıp gidecek
Vefasızlığa bakar ağlarım.
Solmasın dersin sümbülüm gülüm
Yarin elinden olacak ölüm
Bütün dünyayı inletse ünüm
Çaresizlikten şaşar ağlarım.
Neşe gizlenir çöker bir melâl
Her vücut her şey mahkûm zülâl
Son nefese kadar tükenmez cidal
Tükenmez derdim sayar ağlarım.
Aklım ermiyor of ne haldir bu
Yaşamak için dert mihnek kaygu
Bir zevke bedel bin acı duygu
Duygusuz felek sorar ağlarım.
Zalimler ceza görmeli elbet
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet
Hak çiğneniyor nedir bu hikmet
Haksızlıklara yanar ağlarım.
*
İkinci şiirimiz geçen hafta da bir şiirini yayınladığım Şevket Hıfzı’ya ait. Yıl 1933. Şevket Hıfzı, ünlü yazar Şevket Rado’dan başkası değil. Bu şiir de sanatçı Hümeyra tarafından şarkı olarak seslendirilmiştir.
KÖRDÜĞÜM
Öyle uzak ki yerim,
Uzakları aşıyor…
Bütün özlediklerim
Benden ayrı yaşıyor…
Ya her şeyim, ya hiçim,
Sorma dünyam ne biçim,
Bir kördüğüm ki içim,
Çözdükçe dolaşıyor…