İncil'in ilk emri: Sev
Tevrat'ın: Yaşat
Kur'an'ın: Oku
Hristiyan sevmedi,
Yahudi yaşatmadı ve
Müslüman da okumuyor."
Aamir KHAN
Allah, insanoğluna gönderdiği 4 kutsal kitapta ve bilhassa biz Müslümanlara verdiği Kur’an’ı Kerim’de, uygulamamız gereken emir ve yasakların, nihayetinde karşılaşabileceğimiz sonucunu iki kelimeyle belirtmiştir: Cennet ve Cehennem.
Ağlamaklı başlayan yaşam, acısıyla tatlısıyla nasıl geçip gittiğini bilemediğimiz dar-ı dünya yolculuğu, bir varmış bir yokmuş nasıl olduğunu anlamadığımız, düşündükçe kimimizin ürperdiği kimimizin korktuğu ölüm, gidenlerin dönüp anlatmadığı, nefes alıp verenlerin henüz çözümleyemediği berzah alemi, ahirette yapıp ettiklerimize dair vereceğimiz hesap. Ve cennet ve cehennem.
Biz Müslümanlar, cennetteki tomurcuk göğüslü 70 huriyle(!) zevkusefa etmek için mi yoksa Allah’ın biz kullarına bahşettiği nimetlerin şükrünü sunabilmek için mi el açıp dua ediyoruz canı gönülden?
Hz. Musa yanlışlıkla/istemeden bir insanın canına kıyıp cinayet işlediğinde Allah’tan af diler. Kavmini hidayete ulaştırmak için kimi zaman yılgınlığa düşer onlara lanet okur kimi zaman emanet ettiği halkının Samir’in ayartmasıyla yoldan çıkması neticesinde kardeşi Harun’un saçlarını tutup sinirinden sürükler. Bıkar, usanır, yorulur, korkar… Öyle bir an gelir ki yüreğinin mutmain olması adına yalvarır, kendisini göstermesi için Allah’a. Ve fakat nihayetinde son nefesini verene dek teslim olmuşluğun eminliğiyle Allah’ın kendisine yüklediği misyonu “nankör” kavmine ulaştırmak için elinden geleni yapar.
Mısır’ın çöllerinde yıllardır oradan oraya eziyetlerle yol alan Hz. Musa cennet için mi, sevdiği Allah için mi direndi?
Hz. İsa; Zekeriya’nın torunu, Meryem’in kocasız doğurduğu kınalı kuzusu… Tüm insanlığın günahını üstüne alıp çarmıhı sırtında güle güle, isyan etmeden yaratanına severek giden aziz peygamber… Avuçlarının ortasına, bacaklarına o koca koca mıhları çakarlarken hoyratça gülüp eğlenerek, hiç mi canın yanmadı güzel İsa? “sevgi”yi, sevmeyi getirdiğin insanlara “onlar bilmiyor” diyerek hiç kızıp küsmemişsindir ama içten bir “ahh” da mı çekmedin, kanların revan olmuş sıcak sıcak süzülürken bedeninden? (İnanmasalar da sırf “adanmışlığına” saygı duyup boynunu büker insan dediğin!) Allah’ın sevgili kulu güzel İsa, on ikilerinden biri olan “Yahuda İskariyot”lar hiç bitmedi.
Başına dikenli tel oturtulan, çarmıha gerilen Hz. İsa, “son akşam yemeğinde” kanım deyip havarilerine sunduğu şarabın daha lezizlerini cennette bulmak umuduyla mı yoksa aşkın bir sevgiyle bağlandığı Allah için mi direndi?
Hz. Muhammed… 40 yaşından sonra gelen peygamberlik görevi… Çekilen onca ızdırap… buna rağmen sönümlenmeyen bir direniş… Düşmanının bile emanet konusunda gözü kapalı güvendiği bir insan… Onca yoksulluğa, yoksunluğa, yokluğa karşın dünya halklarının kardeşliğini başlatan ilk ilmeğin dokuyucusu olarak ensarla muhaciri birbirine bağlarken, kanı canı amcasına isyan bayrağını çekerken, onca münafığın, müşriğin kol gezdiği netameli atmosferde boğulurken, Bedir’de, Uhud’da düşmanın çokluğuna rağmen cesaretini sadece Allah’tan alırken, erkek evlatlarını doyasıya öpüp koklayamadan toprağa verirken, kanlı gözyaşlarını içine döküp “veren de O, alan da O.” diyerek emin bir teslimiyet gösterirken altlarından dereler akan pınar tasvirli cennet için mi yoksa yüreğinde dem dem duyumsadığı Allah için mi emek verdi?
Ehlikitabın sevmemesi, yaşatmaması bizi ilgilendirmez. Elverir ki ahirette Allah’ın karşısına cemaat, millet, ümmet olarak değil “birey” olarak çıkacağız.
Derinlemesine inip bakıldığında güzel “dinimin” üstünde o kadar çok batıl, hurafe var ki… Çoğu zaman da bilgisizliğimizin “Oku” mamamızın etkisiyle anlatılan hikayeleri dinlerken; yine de bir acaba mı deyip tedirginlik duyuyoruz: Günah mı şimdi bu düşüncem, yanlış mı yapmışım onca zamandır? Okudukça, araştırdıkça, kritik ettikçe anlıyoruz, Allah’ın yarattığı biz kullarını sevdiğini, önemsediğini, değer verdiğini, sıratı müstakime eriştirmek için kılavuz olarak neden Kur’an’ı verdiğini. (Kur’an’ın indirildiği sosyolojik, ekonomik, politik iklimin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.)
Ve eğer korkuyla, cennet ticaretiyle değilse yaklaşımımız; daha çok seviyor, içimizin en derininde varlığını mutlulukla duyumsuyoruz.
Tabi bu; “Allah, benim günahımı sevabımı önceden biliyorsa (kader) yapıp ettiklerimden ben sorumlu değilim kurnazlığı ya da nasıl olsa Mevlana’nın dediği gibi hiçbir günah Allah’ın merhametinden büyük değil kolaycılığına” kaçmak değildir. Elbette bir bedeli olacak yapıp ettiklerimizin, yapmadıklarımızın, sustuklarımızın, karşı koymadıklarımızın, bana dokunmayan yılan adı gibi nefretlik atalar sözümüzün… (atalarımızın sözleri bile gösteriyor aslında ne menem bir toplum olduğumuzu!)
Oku kardeşim oku, indir evinin duvarından, çekip al kütüphanende duran kitaplıkların arasından, ramazan geceleri TV’lerde ağlamaklı demagog şarlatanların hikayelerini dinleyip açlığa, yoksulluğa, şükretmeyi bırakıp oku! Rehberin, ışığın, biricik yol göstericin Kur’an. Şaşıracaksın, çelişkilere düşeceksin. Yok artık diyeceksin, bu zamana kadar öğrendiklerinden, sana öğretilmeye çalışılanlardan, kendinden şüphe edeceksin günlük yaşamla kıyaslarken. Hepsi gerçekleşecek ve fakat gerçekten kendini O’na, “riya”dan uzak teslim etmeye hazırsan eğer tekrar tekrar okuduktan sonra O’nun; kitabıyla seni iyiye, güzele, doğruluğa kılavuzladığını göreceksin. Aklının, gönlünün aydınlanmasıyla anlayacaksın bunu. Zira hemen her surede zikredilen ayetinde “güzeli, iyiliği, hayrı” salık verdiğini de beyninin bir köşesine mıh gibi çakacaksın.
Oku, din kardeşim! Kazanacağın cennet bonusu sevapların iştahıyla, anlamadığın Arapça dilinin tekrarlarıyla papağan gibi ezberlemeye çalışma. Kur’an meallerine rahatça erişebilirsin. Anladığın dilde, özümseyerek, içselleştirerek oku!
Abdestin nasıl alınacağını öğreten fıkıh kitaplarının sayfalar dolusu teferruatlarında boğulma, yılgınlığa düşüp boş verme. Kur’an’da gayet sarih bir şekilde anlatılan ayete/ayetlere bak yeter.
Kıyamda, secdede, rükuda nasıl duracağım diye telaşa kapılma. İçtenlikle, gönül huzuruyla, günahın sevabınla, çıkarsız, hesapsız çık O’nun huzuruna. Ve dilinle tekrarladığın surelerin anlamlarını yüreğinde duyumsayarak anlayarak bilerek yakar O’na.
Dini yıllarca korku aracı olarak öğretip ve işlerine de öyle geldiği için uzak tuttular bizi, özünü anlamamıza izin vermeden ve fakat Demokles’in kılıcı gibi “Din elden gidiyor.” şiarını başımızda sallamayı da ihmal etmeden.
Bu bağlamda yalan yanlış telaffuz edilen Arapça sureler eşliğinde “dostlar alışverişte görsün” ikiyüzlülüğü ile namaz kılmayı, Ramazan’da niyetli olmayanlara küfrederek oruç tutmayı, Kurban’da kesilen etleri ihtiyacı olmayan komşularla takaslaşıp kalanları diğer Kurban’a kadar derin dondurucularda saklamayı, mirastan öz kızlarına pay ayırmayı zül görüp tümünü erkek evlatlarına bırakmadan evvel ömrü hayatında tek bir “düşmüş”e el uzatmadan aksine bu darda kalanlarla eğlenip ve fakat üç dört defa umreye, bir defa Hac’ca gitmeyi bir kenara bırak!
Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, “Din” diye bize bunları öğrettiler hayatı anlamlandırmaya çalıştığımız günden beri.
Soranları kınadılar, “Bu böyle olmamalı.” diyenleri Kur’an’a yaklaştırmadılar, araştırıp öğrenmeye çalışıp hataları dile getirenleri “aforoz” ettiler!
Çürüttüler bizi kendi kokuşmuş çöplüklerinde.
Ve bir gece bunun faturasını 251 insanın canıyla ödedi bu ülke. Akıllandık mı peki? Ne gezer? Biri gitti, binleri geliyor peşi sıra.
Rabbimizin bizlere verdiği en büyük nimetimiz aklımızı, kafataslarımızın içinde özenle koruyup azıcık çalıştırmaz ve “birey”sel değil “toplum”sal erdemli Müslümanlık mottosuna bu şekilde sarılmaya devam edersek daha çok “Temmuz”lar yaşarız.
(Günahkarız hepimiz. Herkesin günahı kendince. Yükümüz, ağırlığımız İnsan olmamız.
İbadetlerini yerine getir(e)miyorsan da günlük yaşamındaki riyakarlık pisliğini “Din”e bulaştırmaktan vazgeç!
Sonun başlangıcında ya da başlangıcın sonunda akıbetimizi göreceğiz elbette.)
Asıl cennet, Rabbimin “rızası”nı kazanmak. İbrahim Hakkı’nın dediği, neyi takdir ederse başımız üstüne!
Biz, bize verilenleri öğrenelim.
Allah’ın, Hz. Muhammed’e emrettiği ilk ayeti hatırla: Oku!
*Başlık, Derviş ZAİM’in hem yazıp hem yönetmenliğini yaptığı muhteşem filmden alıntıdır.