Muğla’nın Bodrum ilçesinde sahilde yürüyorum. Denizin kokusunu içime çekiyorum. Sonra belediye meydanına varıyorum; hafta içi hemen her gün bu alanda lokma tatlısı dağıtılıyor. Bazen bir bazen iki araba var. Kuyruk falan da pek olmuyor. Ben de nasibimi arayarak lokmamı yiyorum. Kimin hayratına lokma dökülmüşse arabada o kişinin ismi yazılı ve resmi de var, kimisi çocuk yaşta ölmüş, kimisi yaşlı… Ölenin yakınları her “Allah kabul etsin, Allah rahmet eylesin.” denilişinde hem gözleri doluyor, o gözlerde hem memnuniyet ifadesi var, hem de buruk bir gülümseme var.
Bu arada Bodrum ilçesinin ismi nereden geliyor? Anlatayım: Buraya eski Yunanlılar Halikarnas ismini veriyordu. Ehl-i Sâlibin “Saint Jean” şövalyeleri (yani Hristiyanlar) bir şato yapıp, bunu “Saint Pierre”e ithaf etmişler. Böylece bu şato “Petronium” adını almış. Döne dolaşa, zamanla, bu kelime bizim ağzımızda “Bodrum” olmuş. O zamanlar Bodrum, dünyanın merkezlerinden birisiymiş.
Bodrum’dan bahsedip de Halikarnas Balıkçısı’nı anmamak olmaz. Tam 25 yıl burada yaşayan, geçimini balıkçılıkla temin eden asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı, kendisine sorulan Akdeniz’i neden çok seviyorsunuz? sorusuna şu cevabı veriyor:
“--- Çünkü Akdeniz, yaz ayı fazla, ışığı bol, berrak, aydınlık bir yerdir. Zaten insan ölünce karanlığa gömülüyor. Hiç değilse hayattayken ışıklı bir yerde yaşamalı. Sonra Akdeniz’in uyandırıcı bir hali var. Baksanıza, bütün medeniyetler buradan yetişmiş. Aynı zamanda Akdeniz’e ölçü ve muvazene hâkimdir. Akı tam ak, mavisi tam mavidir. Açık ve geniş ufku var…”
Bodrum ilçe merkezinde Halikarnas Balıkçısı’nın 1938 yılında diktiği Okaliptüs ağacı kendisi gibi hâlâ yaşıyor.
**
Hepimizin bildiği bir türkü vardır ya hani!
“Çökertmeden çıktım Halil’im aman başım selâmet
Bitez Yalısına varmadan Halil’im aman koptu kıyamet”
Her türkünün olduğu gibi bunun da bir hikâyesi var: “Halil Efe ile gönlünü kaptırdığı Gülsüm’ün aşk hikâyesi. Gülsüm Çerkez lâkaplı kaymakamın evinde temizlik yapmaktadır. Birkaç eşkıya, Gülsüm’ü kaçırır. Halil Efe, Gülsüm’ü eşkıyaların elinden alır. Ancak eşkıyaların kendilerini takip edip bulacağını bilen bu iki aşığın sonu hüzünle biter.”
**
"Halikarnas Balıkçısı tarafından 1938 yılında dikilen Okaliptüs ağacı" Foto: Türkan Ünüvar
**
Ege deyince aklıma şimdi Anthony Quinn’in efsaneleştiği “Zorba” filmi geliyor. Zorba; İnsanın, hangi yaşta olursa olsun, içindeki yaşama sevincini anlatıyor. Filmden bazı konuşmalar aktarıyorum:
--- “… Şimdi insanlara bakıyorum ve bu iyi bu kötü diyorum. Bu Yunanlı’ymış, bu Türk’müş bana ne! Ölünce hepimizin sonu aynı olacak: Solucanlara yem olacağız.”
--- “Gençler neden ölür? İnsanlar neden öldürür? Söylesene. “
--- “Bilmiyorum.”
--- “ Bu lanet kitaplar ne işe yarıyor peki? Bunun cevabını veremiyorlarsa ne anlatıyorlar?”
--- “Onlar, bana, senin gibi soruları cevaplanmayanların çektikleri acıları anlatıyor.”
---“Her insanın çılgınlığa ihtiyacı vardır, yoksa…
---“Yoksa ne?”
--- “Yoksa ipini koparıp özgür olamaz!”
**
Bu haftaki Saklı Kalan ilk şiirimiz Muazzez Aruoba’ya ait, yıl; 1941. Şairin o zamanki soyadının Kaptanoğlu olduğunu belirtmek isterim.
“İÇİMİN DÜNYASINDA”
Bazı ben bir cihanı sarmak istiyen selim,
Yalçın, karlı dağları aşıyor her emelim
Bazı da yıldızlara varmak isterse de elim
Bir an çocuklaşırım içimin dünyasında!
İnsan tutmak isterse göğün maviliğini
Sadece boşluklarda dolaştırır elini!
Sonra parmaklariyle boğarak emelini..
İçin için kıvranır hakikatin yasında!
Böyle binbir emelle doludur benim içim..
Orda duygular temiz, hayat bir başka biçim!
İyi bildiğim halde bugün sadece hiçim..
Mucizeler kaynaşır içimin dünyasında!...
*
İkinci şiirimiz 1940 yılına ait, Şair Cahid Tanyol. Bu şiir ilk defa, İzmir’de çıkan dönemin edebiyat dergisi “Aramak” mecmuasında yayınlanmıştır.
“ERİŞMEK MÜMKÜN DEĞİL”
Erişmek mümkün değil,
Yollar pek uzak size…
Zamana biraz “eğil!”,
Desek yol vermez bize…
Tunç kayalardan sızan,
Su gibi gelir zaman;
Ona dur desek bir ân,
Ses vermez sesimize…
Erişmek mümkün değil,
Yollar pek uzak size…
Zamana desek “eğil”
O da yol vermez bize…