Bugün Çalışan Gazeteciler Günü’ydü!..
Bu konuda yazacaktım yazımı aslında.
Ama elim varmadı yazmaya, yazamadım.
Zaten kalemim de yazmadı!
Benim mesleğimi lâyıkıyla yapanları tenzih ederim ki; gazeteciliğin çoğunluğunun ne iş yaptığı belirsiz, birilerinin taşoranlığını yapan, beslemelerin elinde yozlaştığı ve bu nedenle ayağa düştüğü böyle bir günde mesleğimle ilgili bir yazı yazmayı içime sindiremedim.
Yazmadım, yazamadım.
Öyle ise günümüze gelelim.
Ülkemiz iki yıldır çağın hastalığı koronavirüs salgını ile uğraşırken, bir de son aylardaki hükümet politikaları olarak hayat pahalılığıyla mücadele ediyor.
Hele şu günlerdeki ekonomide yaşanan olumsuzluklar yüzünden insanların alım gücü iyiden iyiye düştü, fakirleşti, yoksullaştı. Ülkemiz böyle zam tufanları görmedi. Halk öldü!
Yeni yılla birlikte herkesin umudu maaşlarına gelecek zamlara çevrilmişti, ama hayal kırıklığı yaşadılar.
Döviz kurundaki büyük artışın ardından gelen yüklü zamlarla ezilen insanlar bir çare arıyor, bir umut peşinde.
Ne yazık ki ülkemizde yaşanan bu olumsuzları ortadan kaldırması gereken siyasetçilerin birleştirici ve uzlaşmacı bir dil yerine sürekli kışkırtmalarını izliyor. Her gün kadın cinayetlerini, hayvan katliamlarını hayret ve ibretle izliyor.
Bu ülke günlerdir, MHP’nin kayıtsız şartsız AKP’ye teslim olduğunu üzüntüyle izlerken, MHP’ye inat yeni kurulan İYİ Parti’nin de dengeleri alt üst ettiğini görüyor. İlk seçimde ak koyun, kara koyun belli olacak.
İşte bunun içindir ki ülkemizin normalleşmeye ihtiyacı var. Ülkenin huzura, barışa, kardeşliğe ihtiyacı var Atatürk’ün Türkiye’sinin.
İşte bütün bunların daha fazla detaylarına girmeden Kırşehir’e ve özellikle kendime dönmek istiyorum.
Görüyor musunuz sahipsiz ve çaresiz Kırşehir’in dağlarına sisler çöktü yine!..
Mevsim mi, artık tam kışın ortasındayız, kar yağmasa, kara hasret kalsak ta sanki baharı yaşıyoruz!.. Bu durum pek hayra alamet olmasa da…
Kimi zaman güneş ışınlarıyla yağmur damlaları toprağı birlikte ıslatırken, gökkuşağı oluşuyor.
İnanmıyorsanız çıkın Kervansaray’ın, Akbayır’ın tepelerine ciğerlerinize kadar oksijen alın.
Dumanlar çökmüş üzerine Kırşehir’i izlerken, neler düşünecek, neler hissedeceksiniz… Göreceksiniz; üzülecek, elem duyacaksınız!
Sobalar yanmış, dumanlar tütüyor kaderine terkedilmiş demokrasi gazisi Kırşehir’in bağ evlerinin üzerine…
Bir hüzün çöküyor yine içime…
Siyasetçilerin Kırşehir’e hizmet yerine attığı kazıklar aklıma geliyor! Ya verilen oylar? Yazıklar olsun!
Hemen her Ocak ayında olduğu gibi çıkarım yükseklerine seyreylerim Kırşehir’i doyasıya…
Dostum Doktor Erdal Ahat’la İstanbul’dan geldiği zaman birlikte dolaşıp gezdiğimiz Kervansaray dağlarındaki ormanlıklara Kırşehir’in tüm dağlarının ağaçlandırılmasını istiyoruz!
Ben de düşlüyorum yine. Bir şey mi başlıyor, yoksa yarım kalmış bir şey mi tükeniyor?
Benim gibi gazeteci de düşünür durur, memleketim Kırşehir’i yaşayarak, avuçlarıma alırım Kırşehir’i… Okşarım, örselerim, severim onu ölümüne…
Başkaları Kırşehir’in adını kullanarak sözde siyaset yaptılar, Allah’tan korkmadan, haksızca mal mülk sahibi oldular. Ben ise Kırşehir’in haklarını savunarak yaşadım ve bugünlere geldim.
Yazmadığım ne kaldı ki Kırşehir için?
Sonra zamana meydan okurcasına mı, yoksa zaman mı meydan okudu hayata bilemiyorum!
Saklama yaşını bilen bilir diyorlar!
Saklayacak neyim kaldı hayatta?
“70’lik ihtiyar delikanlı” diyen dostlara selâm olsun!..
Kırşehir’de dostum, ağabeyim rahmetli “Ahi Baba” Karagüllü’ye söyletemedim gitti, gerçek yaşını… Otuz dokuzda takıldı kaldı, yukarı çıkmadı gitti bir türlü. Kırkına gelseydi damak attıracaktı dostlarına!..
Kim bilir o da hüznünü böyle avutuyordu biliyorum.
Onun için elimde kalem yazarım yıllar yılı, çocukluğumdan bu yana… Seve seve, duygu yüklü, özlem yüklü…
O kalemler ki eskidi, atıldı yerine geldi makineler.
Bilmem makinelerle yazıldıkça yazılar epeyce bir anlam değişikliğine uğradı mı ya da uğruyor mu?
Babalarımız eski yazıyı bir türlü bırakmamışlardı. Daktilolar çıktı da yazmak bambaşka bir nitelik mi kazandı ya da kaybetti?
Hani bir yazıya başlarken kendime bazen “vazgeç” derim. Yüzlerce yazımın masamın üzerinde yarım kalmışı var, yayınlanmışı var, görevini yapanlar var! Kimilerini rahatsız eden yazılarım var.
Önüme seriyorum eski yazılarımı, yalnız başlıklarını okuyorum, üzülüyorum, elem duyuyorum! Doyamıyorum yazdıklarıma…
“Ah keşkem” diyorum.
Görüyorsunuz hep hüzün veren duygulanmalar var.
Yıllar geçti, şu hüzün sözcüğünün Türkçe karşılığını bulamadım gitti.
Sahi hüzün nedir?
Tanımını yapmak da güç, ağlamaklı bir şey de değil! Ya öyleyse ne olabilir?
Bilseydim tabi karşılığını yazardım.
Göz yaşartmıyor. Ağlamak, sızlamak da yok.
Hüzünlenmek nedir diye yazmak kolaya geliyor.
Bilmem okurlarım anlıyor mu benim bu duygumu, hüznümü? Anlamışlardır beni. Kırşehir’i benim kadar böyle çok seven gazeteci olmadığını biliyorlardır. Ama ben yine de ustam Dursun Yastıman’ı unutur muyum, o bir Kırşehir’dir. Ona buradan selâm gönderiyor, onun yanaklarından öpüyorum.
Daha ne yazayım ben? Şimdi benim mesleğimi yukarıda da belirttiğim gibi kalemini satmadan, Kırşehir için gayret ve çaba gösterenleri tenzih ederek belirtmek isterim ki, bugün gazetecilik mesleği neidüğü belirsizlerin, konuşma özürlülerin, hangi parti iktidara gelirse onun kuyruğundan ayrılmayan yalakaların eline geçti. Utanç duyuyorum. Lanet olsun topuna!
Hüzün diye dalıp gittim yine. Türkçesini bulamamışız. Belki de iyi olmuş dilimizde pek çok yabancı sözcük var Arapça’dan Fransızca’ya, İngilizce’ye. Benimsemişiz, yeri geldiğinde kullanıyoruz babamızın malı gibi!
Bıraksan hüzünleneceğiz hepimiz, oysa hüzün elimizi ayağımızı tutan yanlış bir davranışın belirtisi. Hüznü dillerimizden çıkarsak belki daha iyi olacak!
“Canlanmak, dirilmek, dayanmak, yaşamak varken niye kendimi başkalarının görmezden geldiği, duymazdan geldiği günlük yaşamsal olaylara kaptırıyorum?” diyorum kendime. Düşünüyorum da, benim yaptığım onurlu adamların işi. Çıkarcıların, sahtekâr ve kuyruk yalayıcıların, ihalecilerin, besleme ve hastalıklı kafaların işi olamaz diyorum. Siyasi görüşünü bir türlü bilemediğim, öğrenemediğim kirli dönekleri tanıdıkça utanç duyuyorum.
Mutluluk, coşku, sevgi, aşk yok mu? Bu bana yeter.
Yıkılsın hüzün, yok olsun gitsin!
Bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü yaşamak belki de hüzün denilen şeylerden kurtulmak olmalı.
“Hüzünlendim ben yine” demeden pencereyi, kapıyı kapatın gitsinler istedikleri yere.
Benden uzak dursunlar da…
İşte bugün de böyle yazdım gitti…
Öyleyse yazımızı bir fıkra ile noktalayalım:
Adamın biri işlerinin yolunda gitmesi için Allah’a yalvarmış.
“Her şey iyi olursa ahtım olsun eşeğimi sırtıma alıp Galata Kulesi’nin tepesine çıkaracağım” diye yemin etmiş.
Hikâye bu ya, kısa süre sonra tüm sorunları çözülmüş ve yeminini yerine getirmeye gelmiş.
Eşeğini alıp Galata Kulesi’ne gitmiş, bakmış ki kule çok yüksek. Koca eşeği sırtına alıp dar merdivenlerden döne döne kulenin tepesine nasıl çıkartacak? İmkânsız!
Kapıda aksakallı bir Bektaşi varmış. Yeminini anlatarak ona akıl danışmış.
Bektaşi, “Her derdin bir çaresi vardır” diyerek sormuş:
“İçki içer misin?”
“Haşa içmem”
“Kumar oynar mısın?”
“Asla oynamam.”
“Gazete-kitap okur musun?”
“Vaktim yok ki nasıl okuyayım?”
“Tiyatroya, eğlenmeye, saza, caza, dansa gider misin?”
“Gavur adetlerini sevmem.”
“Çapkınlık durumun nasıl? Kadınlarla, kızlarla alem yapar mısın?”
“Asla yapmam!”
Ak sakallı Bektaşi, “Tamam” demiş meseleyi çözdük!
Eşeği kuleye çıkarmaya gerek kalmadı, lüzum da yok. Sen kendin çık. Yeminini yerine getirmiş olursun!