"Siz hiç telefon rehberinizden sevdiklerinizin adlarını... Numaralarını sildiniz mi? Ben sildim. Telefonumda numara kalmadı." diye anlatmaya başladı Hatay'da tanıştığım bir depremzede kardeşim. Sulanmış olan gözlerini uzaklara çok uzaklara dikti.
"Defalarca aradım onları... Bir gün... Beş gün... Bir ay... Beş ay aradım. Belki açan olur diye her defasında umutla aradım. Sadece telefonla aramakla kalmadım, harabeye dönmüş sokaklarda, gözyaşlarıyla sulanmış caddelerde, yıkıntıların arasında, molozların altında aradım sevdiklerimi...
O çakır gözlerden yağmur gibi yaşlar akmaya başlamıştı. Hem ağlıyor hem de konuşuyordu.
"Kıyamet günü gibiydi. Kıyamet gibi... Allah'ım bu acıyı kimselere yaşatmasın. Can pazarıydı. Kendini kurtarmayı başaran sevdiklerini bulmaya çalışıyordu. Yıkıntıların altından "İmdaat! Kurtarın beni!" sesleri geliyordu. "Kurtarın beni!" Kurtarın ama nasıl? Ayağımız yalın, sırtımızda pijama, kalakalmıştık molozların arasında. Gözümüz bakıyor ama görmüyordu. Kulağımız, imdat çığlıklarını duyuyor muydu! Duysa yardıma koşmaz mıydı! İyi de neyle? O koca koca krişler, betonlar, tuğlalar nasıl kaldırılırdı?
Güvenli bir yer bulma umuduyla yürüyordum. Ne beden kalmıştı bende ne de ruh... Ne burası dünyaydı ne de ben ben... Zaman durmuştu, mekân ölmüştü, bense sadece nefes alıp veriyordum.
İnsana en çok koyan şey de çaresizlikmiş. Canımızı kurtardık ama çaresiziz. Anamız... Babamız... Kardeşimiz... Bacımız... Çocuklarımız... Eşimiz... Hepsi... Ama... Hepsi... Yıkıntıların altında... Bas bas bağırıyorlar... Onlar yıkıntıların altından biz yıkıntıların üstünden bağırıyoruz.
“Sesimi duyan var mı!”
“Dayan kurtaracağız seni!”
Ama ne söylediğime ben inanıyorum ne de sesi kesik kesik gelen sevdiğim... Bağırtılar fısırtıya dönüşüyor... Canım can çekişiyor...
“Ne olur ölme! Bırakma bizi...” diye bağırıyorum. “Ölmeee!.. Bırakmaaa!"
"Anlatma yeter bu kadar diyorum." Aylar geçmiş ama hala ilk günkü gibi acısı taze. Elinin tersi ile gözyaşlarını siliyor. Hıçkırıklarının geçmesini bekliyor. Derin derin nefes alıyor. Boğazında düğümlenen sözcükleri yutuyor. Bir bardak su uzatıyorum. Suyu yudum yudum içiyor. Sonra tekrar konuşmaya başlıyor.
"Affetmeyeceğim!" diyor. "Asla affetmeyeceğim! Bu kader olamaz. Japonya'da da deprem oluyor, neden orada insanlar ölmüyor. Hem de daha şiddetli oluyor. Ölenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Doğal afet, ne yapalım, Allah'tan geldi, deyip bizi uyutamazlar. O acıyı biz yaşadık... Biz... Sen git fay hattının üzerine ev yap, yaptır, sonra da yıkılmasın... Bu mümkün mü? Sulu topraklara, tarım arazilerine koca koca siteler yapılmış. Bunların yapılmasına müsaade edilmiş. Yaptırma! Dağlara yaptır.
Doğal afetmiş, ne zaman geleceği belli değilmiş... Miş miş miş... Hadi bildin, ne yapıyorsun? Deprem bilimciler, bilim insanları söylüyor. Bak burası fay hattı, diyor. Ne değişiyor?
Bu tabiatın bir dili var. Bu dili okumayı öğrenmemiz gerekir. Yağmura, yağma, diyemeyiz. Sel yatağına ev yaptırmayacaksın. Kara, yağma, diyemeyiz. Çığ bölgesinde iş görmeyeceksin...
Sen, Allah'ın verdiği aklı kullanma, sonra da, ne yapalım canım, Allah'tan geldi, diye savunma yap. Biz, bu kafayla gidersek daha çok acı çekeriz. Daha çok ağlarız.
Sabır... Şükür... Sabır... Şükür...
Bana akıl verme! Benim acımı da imanımı da sorgulama! Bana, içimdeki yangını söndürecek çözümü söyle..."
Konuşması kahırla, sitemle, acıyla, pişmanlıklarla devam etti.
Ya toprak ol
Ya da su
Sakın ateş olma