Ben; aşk, dostluk, erdem, vicdan, empati, adalet, hakikat… gibi değerler konusunda çok bağnazım. Gelenekselleşecek kadar bağnazlık diyebilirsiniz. Veya diğer bir deyimle tutucuyum. Bu değerlerden asla taviz veremem. Ortodoks bir bağlılıkla bu ve benzeri insani değerlerin her şartta, her durumda tavizsiz korunmasının tarafıyım.
Çok az ve öz insan isterim hayatımda. Kuru kalabalıklar beni sıkar, bunaltır. Meydanlara sere serpe dökülen, eteklerine biriktirdiklerini gün boyu sakız gibi çiğneyip tüketen, bilgelerden geçilmeyen o aptallar yığını arasında zamanı tüketmenin çekilmezliğini anlatamam. O meydanlar üretmekten, yaratmaktan çok tüketen benciller topluluğudur. Çıkarlarına dokunduğunuzda aslana dönüşen, başka hayatları acımasızca karartmaktan çekinmeyen zavallılardır. Uzak durmaya çalışıyorum. Bazen yüzlerindeki ifadeleri gördüğümde sadece acıyorum. Birçoğu havayı zehirleyen, suyu kirleten birer varlıktır benim için. Sakın, onları küçümsediğim, aşağıladığım düşüncesine saplanmayın. Sadece bir gerçekliği yüksek sesle dillendiriyorum. Bellekler zayıf olunca, yaşamda inceciktir, hiçbir hatıra ve hikâye bırakmadan tükenir.
İnsanlık sürekli değişiyor, bu değerlerde değişir kaçamak, kıvırtma yanıtlar beni tatmin etmez, ürkütür. Değişen aslında bu değerlerin içinde barındırdıkları yücelik değil, insan denen varlığın değişim ve değerleri kendi çıkarlarına alet etmesidir.
Sığınılacak yer bellektir. Bellek tüm geçmişi kayıt eder. Yeri ve zamanı gelince bellek ortaya seriliverir. Unutulduğunu, kaybolduğunu sandığımız geçmişe ait birçok şey kendiliğinden su yüzüne çıkar. Her ortaya çıkan; karanlıklarda, kuytuluklarda gizlendiğini sandığımız söz, eylem sizi o geçmişle buluşturur. Bu buluşmaların şiddetiyle sarsılır veya umutsuzca sessizliğe sürüklenirsiniz. Belki de kendinizle yüzleşmenin, hesaplaşmanın aracına dönüşür. Geçmişin yolculuğu içerisinde dolaşırken parçalanmış veya parçalı hale dönüşmüş hikâyelerinizin ipuçlarıyla karşılaşır, buluşursunuz buruklukla, derin iç geçirmelerle… Hikâyenizin hakikatiyle… Tabii cesaretiniz varsa veya dönüp bakacak kadar dik duruşunuz.
Ömür dediğin sayılarla ifade edilmeye başlanan geçmiş ayaklarınızın altına serildikçe acımayla karışık bir hüzne sürüklenirsiniz. “Ne çabuk tükettim veya tükendi bu zaman?” diye hayıflanırsınız.
Görkemli, ulaşılmaz olduğunuz o günlerin birer hatıraya dönüşüp, oturduğunuz koltuktan desteksiz kalkamamanın derin iç sızısı… Her zirvenin bir çukuru olması misali. Zirveden hiç inilmeyecekmiş hayali ve utkusuyla düşüşün yarattığı çöküntü… İki gerçeğin bir koltukta buluşması. Şatafatın geçmişiyle, ruhundaki kararmanın ve karanlığın hesaplaşması gibi… Yaşamın akışı içerisindeki doğal bitişin kabullenmeyişinin yarattığı güçsüzlük, çaresizlik…
“Göğsüm daralıyor, nefes alamıyorum” diyor, adam.
İşlediğim ve hiçbir pişmanlık duymadan çoğundan zevk aldığım kötülüklerin cezası olsa gerek. Boğazımda düğümleniyor nefesim, boğulacak gibi oluyorum. Gözlerim açık, derin derin solumamanın ıstırabını anlatamam. Hiçbir tabibin çare olamadığı boğulma hali… Acıyı hissetmek istiyorum. Ancak hissedemiyorum. Bütün acıların anası olan ateşin sıcaklığını yüreğimde, ruhumda, bedenimde yitireli bir yaşam kadar uzun zaman geçti. Acıyı hissetmeden, sürekli acılar yaşatarak geçen ihtiras yüklü yaşamımın bana ağır, kaldıramayacağım kadar ağır bir yük olarak döneceğini bilemezdim. Bütün zevkleri tattım, acıdan uzak veya aldırmazlık ve umursamazlıkla… Çevremde yarattığım acılara kayıtsız kalarak, umursamadan…
Hapis olduğum koltuğumda; bakıcıların, hizmetçilerin, tabiplerin, ilaçların hiç biri fayda sağlamıyor. İçimde, her uyandığımda oluşan ve derinleşen boşluğun çaresizliğiyle karşılaşmanın sızısı… Acıya o kadar uzaktım ki; hissettiğim şeyin acı olduğunun ayrımında değilim.
“Vicdanımla mı buluşuyorum?” diye korkmaya başladı. En korktuğu ve küçümseyerek yaklaştığı “vicdan beni ele geçirmeye mi başlıyor?” diye korkmaya başladı. Kendini güçsüz, işe yaramaz sanmalarına veya görmelerine asla tahammül edemezdi. Hep görkemli yaşamış, çalışanlarına sadece buyruklarını yerine getiren işe yaramaz kullar olarak bakmıştı.
Tepeden… yukarıların azametinden içine düştüğü ve mahkum olduğu bu koltuk acı vermenin ötesinde ölümcül geliyordu. Arada kendini yoklayan “ne olur birazcık kendini onların yerine koyup düşüneydin“ diyen empatinin sesini duydukça irkiliyordu. Sessizce ve işe yaramaz halde gömülü olduğu koltuk onun yaşadığı mezara dönüşmüştü. Dışarıda yerine getirmesi, emir vermesi gereken bu kadar iş varken, çakılı kalmasının acısı. Acıyı bile yaşayamamanın acısı… Sevgi araya girer; “zaman senin için hep kıymetliydi, bir gün dönüp gülümseyerek bakmadın yüzüme, şimdi kimsecikleri bulamayacaksın yanı başında, yalnızsın…” Yalnızlığı tat ki, yalnızlığın anlamını çivilendiğin bu koltukta anlayabilesin.
Hayat sızılarıyla, kanayan ve yaşadıkça ağırlaşan derin bir yaradır. O yaranın sürekli kanamasını istemiyorsan, insan olmanın hasletini bir başka bahara ve bir başka hayata ertelememelisin.
Hayatı anlamlı kılan; uzun, güçlü, ulaşılmaz sandığın yaşam değil, insani ilişkilerle ve insani değerlerle insanlığa yaptığın katkıdır.