BENİ BANA BIRAKIN

Güz günleri yavaş yavaş miadını doldurmak üzere... Kış kapıda. Bir bakıyorum hafta başı, bir bakıyorum hafta sonu. Duvarımızda artık yapraklarını koparacağımız takvimler yok. Her şeyi telefonlarımızda hallediyoruz. Her şeyimizle değiştik, her şeyimizle yabancılaştık. Ele avuca sığmayan bir gidişata teslim heyecanların kurbanıyız. Hayatlarımız birbirine çok benziyor; birimiz hepimiz gibiyiz, hepimiz birimiz; tekdüze, yorgun, bitkin ve bir o kadar da kendine yenik hayatlar.

Sevdiğimiz müzikler, dinlediğimiz türküler, dolaştığımız yollar, dinlendiğimiz parklar, keyif aldığımız konuşmalar, okuduğumuz yazarlar, romancılar, şairler; anılar, yüzler… Her şey çok çabuk ve hızlıca değişti. Dost anlayışlarımız, önceliklerimiz, temennilerimiz, dileklerimiz, dualarımız, her şey! Nerden bakarsak bakalım aşina olmadığımız bir hayatın konuğuyuz artık! Güz gülleri gibi savrulup duruyoruz ordan oraya. Günler, aylar, yıllar artık kontrolümüzün dışında, artık rüzgârın önünde duracağı yeri belli olmayan sonbahar yaprakları gibiyiz. Ne zaman toparlanacağız, ne zaman kendimize geleceğiz, ne zaman kendimize ait olmayan yabancı bir yola savrulduğumuzu göreceğiz? Doğrusu kestirmek çok zor!

Her şey içimde kabuk bağlıyor. Bana ait olmayan ama her kıvrımında gözyaşlarımı gördüğüm bir yalnızlığın içindeyim. Orada neler olup bitiyor bir ben farkındayım, bir de göklerin sahibi. Derinlere dalmanın zamanı değil ama yüzeyde ne varsa ruhuma yabancı; ruhuma yük; ne atabiliyorum, ne de onunla yol alabiliyorum.

Yanlış anlaşılmasın ruhsuzluğa methiye dizmiyorum. Bir iç dünyam var. Kendime ait bir evrene sahibim ama kendime sahip değilim. Kendime, uzaklara, meçhule bir ağıt var dilimde; sadece bu kadar, varım ama yokum! Kendimi, kendime çağırıyorum. Ne ben geliyorum; ne sen gidiyorsun, ne kimse beni buluyor içine yuvarlandığım bu bilinmezliğin içinde, ne de seni! İkimizde yitik bir hüzün gibiyiz derinlerde!

Kendileriyle sadece romanlarda ve şiirlerde konuştuğum dostlarım vardır. Onları ben çok özlüyorum, onlar da beni ama her sayfayı çevirdiğimde yapayalnız kalıyorum çünkü onlar orada, ben burada kalıyorum; ışıksız, dostsuz ve yapayalnız!

Sevdiğim kız gelin olduğunda ben daha onun sevdiği şiiri yazamamıştım. Daha babamla tanışmamıştım dağ yolunda o şarkıyı dinleyene kadar. Annem hep sayfası açılmamış bir roman gibi kaldı hayatımda. Sahi annemin romanını kim yazacak? Kim bilecek annemin neler çektiğini o dağ köyünde? Elbette ki o bir bilen yazacak ama Allah’a kasem ederim ki annem romanı yazılmamış bir melek olarak kalacak muhayyilemde. Ah annem! Muhayyilem rüyalarla dolu! Kimselerin haberi olmaz gördüğüm rüyalardan. Rüyalarım hep birbirine benzer; hep aynı yoldan, aynı sokaktan, aynı mahalleden geçip giderim. Aynı yağmurlarda ıslanırım, aynı güneşlerde kurulanırım, aynı şarkılara, aynı türkülere yaslanırım. Dilimde, dudağımda hep onun adı. Onun adıyla varım, kendi adımla yaşarım. Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim. Gönlümün burçlarında yankılanan aynı tını, aynı buğu, aynı melodi: Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü!

Anlayacağınız keyfim kaçık, hem de uzun zamandır. Kelimelere, cümlelere dargınım. Güneşle aram uzun zamandır yok. Küs değiliz ama barışık da değiliz. Ara ara o beni, ben onu özlerim. Ama her şey orada, masamın üstünde bıraktığım gibi darmadağınık tıpkı tamamlanmamış bir şarkı gibi, bir şiir gibi, bir kitap gibi, bir yolculuk gibi, sen gibi!

Atilla İlhan vasiyet etmişti. Sessiz gömün beni diye. Sessiz gömülmek nasıl bir şey bilmiyorum ama sessizce beni bana bırakın derim, olur mu? Kimseye gücüm yetmiyor, hiç kimseye; ne mevsimlere, ne günlere, ne gecelere, ne kelimelere, ne sözcüklere… Kendime bile! Beni sadece bana bırakın.

Tanpınar, “Türkiye evlatlarına, kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” dese de beni bana bırakın, sadece bana, sessizce; şiir gibi, türkü gibi, annem gibi!