1 Şubat 1933’ün gece yarısını geçen saatlerde, Kılıç Ali’yi çalan bir telefon uyandırıyor; “Paşa çok kızgın hemen aracı hazırlayın! Derhal seyahate çıkılıyor. Hemen köşke gelmenizi emir buyurdular.”
Kılıç Ali yataktan fırlıyor. Çankaya Köşkü’nde sıra dışı bir hareketlilik… Kar-kış koşullarında Ankara’dan Kırşehir’e gitmek üzere yola çıkılıyor. Karakışın “amansız elli” günlerinin zemheriye dayandığı fırtınalı bir gün. Yer yer göz gözü görmüyor. Tipi şiddetli. Araçlar sık sık kara saplanıyor…
Sonradan öğrenecekler ki; “Paşa dün gece Kırşehirli muallimlerden “birkaç aydan beri maaş alamadıklarına” dair Çankaya’ya gelen bir şikâyet mektubunu okumuş. Paşa da “neden öğretmenlerin maaşı ödenmez” diye öfkelenmiş. Atatürk; Vekile “nedir durum?” diye sorduğunda “Havalar kış, belki de onun için, postalar işleyememiştir” şeklinde mazeretle karşılaşır…“Ya... Demek şimdi muhasaradayız, öyle mi? O halde şimdi kalkar, gider, hem yolu açarız, hem de Kırşehir’de muallimlerin dertlerini yakından dinleriz.” diyerek, gecenin geç saatlerinde Kırşehir’in yolunu tutarlar…
…Ama çıkış anidir ve de yola çıkacağı arkadaşlarına “Çocuklar, bir iki günlük eşya alınız. Bir dolaşmaya çıkalım.” demekle yetinmiştir…
Yol arkadaşları yönüyle, “Nereye gidileceği” belli bile değildir.
Atatürk; beraberine Kılıç Ali, Prof. Afet İnan, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, bazı Komutanlar ve arkadaşlarını alarak otomobillerle Bala-Kaman üzerinden Kırşehir’e yola çıkar.
Mevsim kış. Hava fena halde yağışlı, sisli ve soğuk. Üstelik gece yarısı… Bir ara yol kaybedip; bir köyün kahvesine sığınılır. Kahvenin saç sobası yaktırılır ve ısındıktan sonra tekrara yola devam edilir.
Akşamında Atatürk’ün sofrasında yer alan ve de bu ani gece yarısı yola çıkışta bulunanlardan Falih Rıfkı Atay anılarına özetle şu notları düşer:
“O vakitler Ankara yakınlarına bile güç gidip geliyorduk. Taşrada ise yol, köylü arabasının çamura saplanmamak için istemeyerek çıktığı bir taşlı geçitten ibaret. Kağnı devri. Hani Sivas Valisi bir şose yapar, iki tekerlekli arabayı da hemen yasak eder, köylüler; ”Aman vali bey, kağnımızı yasak etme, biz senin yolundan gitmeyiz” diye yalvarırlar. Yahut güney vilayetlerden birinde bir vali istasyonla kasaba arasında bir yol açmış. Ankara’dan bakanlar veya milletvekilleri gelince kurdelasını çözer, onlar gidince kullanılıp bozulmaması için yeniden bağlarmış. İşte o zamanlardayız… Bala’ya belki varabildik. Fakat daha öteye? Bakanlardan biri: ‘Gidemezsiniz!’ dedi. ‘Nasıl? Gidemez miydi? Birden bezginliği üstünden gitti. Demek gidemezdi. Demek Ankara’nın beyaz hapsi içinde eli ayağı bağlı idi… ’Siz vekilsiniz. Zati buradan ayrılamazsınız. Biz gideriz’ dedi.
“Evden birer çanta ile geldik. Arkadaşlarından giyimini pek sağlam bulmadıklarına gardırobundan birer palto hediye etti. Yola çıktık. Ruşen Eşref’le ben bir arabada idim. Bala’ya vardığımız vakit gece yarısını geçmişti. Yaver jandarma komutanını uyandırmaya gitti. Adamcağız yarı çıplak pencereden bakmış. ’Atatürk geldi, çıkıp da bir yer hazırlatsanız’ deyince gülmüş. Atatürk’ün bu kara kış gecesinde Bala’da ne işi var? Olsa olsa bunlar birkaç yolcudur. Kendini giyindirip sokağa çıkarmak ve yer aratmak için böyle bir bahane bulmuşlar. Penceresini, perdesini indirir, tekrar yatmaya gider. Komutanı inandırmak için bir hayli güçlük çekmişler.”
“Vekilin dediği doğru idi. Buradan ileriye gidemezdik. Geri dönmeliydik. Sabaha karşı Ankara’ya, evlerimize kavuşurduk. Yaver geldi: ‘Yola devam ediyoruz’ dedi. ‘Nereye gideceğiz? ’’Atatürk’ü takip edeceksiniz!”
“Kırşehir istikametine doğrulduk. Yan bozuk şose bir müddet şöyle böyle gitti. Geceyi atlattık. Atatürk ara sıra arabasını durdurarak kervanın tamam olup olmadığına bakıyordu. Neşesi ve hiç yıpranmayan gençliği üstünde idi. Bir aralık şose durakladı. Dümdüz bir kar fakat batak olmasından şüphelendiren bir çözülmüşlüğü var. Atatürk’ün arabası ağır olduğundan bizim hafif araba ile denememiz lazım geldi. Biraz ilerledik ve iyiden iyiye saplandık.”
“Atatürk arabası ile yan sırta doğru bir kıvrılış yaptı, ham toprağın çamurunu uyandırmadan batağın öbür tarafına geçti. Öteki arabalar da peşinden gittiler. Ruşen Eşref’le ben, bir de şoförümüz saplandığımız yerde kaldık. Ta uzakta köye benzer bir karartının önünde bizim için yedek bir araba bırakıldığını görüyorduk. Oraya kadar yaya gitmekten başka çare yoktu. Bazen ayak bileklerimize kadar batarak, çamur içinde bir hayli yürüdükten sonra, birkaç muhafız askerin bulunduğu kamyonete kadar gittik. Ben şoförün yanına geçtim. Ruşen Eşref arabanın içine bağdaş oturdu. Altı eşya ile dolu idi:
– Ne var bu örtünün altında? diye sordu.
Askerler: “El bombası efendim” dediler.
Doğrusu pek korkulu bir emniyet içinde idik. Bir hayli gecikmiştik. Akşam ve hemen arkasından gece bastı. Hava tipiye çevirdi. Şoför: “Önümü görmüyorum” diyordu.
Ruşen soldan, ben sağdan tekerlek izlerine bakarak, şoföre; “Aman biraz bana doğru” diyor, göz yordamı ile pek yavaş yol alıyorduk. Yağış gittikçe arttığı için izler kayboluyordu. Durmadan camları silerek, gece vakti, bir hendeğe yuvarlanmamaya çalışıyorduk. Bu bir işkence idi. Kaç saat sürdü, bilmiyorum. İkide bir: “Gidemezsiniz! Sözünü hatırlayıp vekil arkadaşımızı hayırla anıyorduk! Bir aralık ilk rastladığımız bir evde kalmayı bile düşündüm. Fakat Atatürk’ü merakta bırakırdık. Çilemizi ister istemez dolduracaktır. Nihayet sis pus içinde Kırşehir’in soluk ışıkları göründü. Atatürk valinin evine inmiş ve ağır arabası tam konağın eşiğinde çamura saplanmış. Bu da tuhaf bir şeydi.
Dumanlı lamba aydınlığında Atatürk’ü güler, konuşur bulduk:
“Sizi merak ettim. Şuraya buraya haber yolladık. Bir cevap da alamadık. Karnımız aç… Haydi, doğru sofraya…” dedi.
Bilhassa O neşeli idi. Herkes yanındakine soruyordu:
“Yarın ne yapacağız?”
Çiçekdağı’nı aşarak ilk demiryolu istasyonunda hazırlanan treni bulacakmışız. Fakat acaba yol nasıldı? Daha berbatmış… Diyorlardı.
Erken yattık. Bizi bir büyükçe eve götürdüler. Saç soba ile birdenbire hamam gibi ısınan, sonra yine birdenbire dam gibi soğuyan bir odanın yatak serili kerevetleri üzerine birkaç arkadaş büzüldük.
Ertesi sabah Atatürk kervan tertibini kendi üstüne aldı. Kar pek fazla idi. Yol belli değildi. Onun için önce hafif bir Ford gidecek, arkasında jandarma yüklü bir kamyon bulunacaktı. Ford arabasının vazifesi bize iz açmaktı. Ara sıra yoldan çıkıp kara gömüldü mü, jandarmaların yardımıyla tekrar yolun üstüne konacaktı.
Köylülerin kar üstünde yalnız baca uçları görünüyordu. Şehrin bir hayli uzağına kadar bizi uğurlayan vali, bir yerde arabasından indi ve Atatürk’ü selamladı. Bembeyaz, uçsuz bucaksız kar üstünde simsiyah bir tören esvabı ile kapkara bir silindir şapka bırakıp yolumuza gittik.
Çiçekdağı’nı nasıl olup da aşabildiğimizi bilmiyorum. Kalın bir kar yığını, sağ yanımız alabildiğine uçurum, vakit gece… Çok defa “varmak” hayalini kaybediyorduk. Ölüm bir karış yanımızda idi. Dimdik çıkıyorduk. Bu kader midir, nedir, ona teslim olmaktı. Bu bir tevekkül hali idi.
Bir iradenin ayrılamaz, kopulmaz cazibesine tutulmuş sürükleniyorduk. O kaderden de kuvvetli idi. Atatürk gidecekti. Gitmeli idi.
Sonra aynı zorlukla, aynı tehlike ile indik… Ve düzlükte, direksiyonları boşanmış dizgine çeviren bir kaygan batak toprağa düştük. Büyük bir hızla sağa veya sola fırlayarak, sanki bir pençeden kurtulmaya çalışıyorduk. Nihayet bütün pencerelerinin ışıkları ile tren göründü.”
(Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri, Pozitif Yayınları, Kasım 2008. ISBN: 978-975-6461. Sayfa:47-52)
♦ DÖNEMİN BİR CANLI TANIĞININ “HATIRATLARI”NDA; BU ZİYARETTEN KESİTLER…
Dönemin Kırşehir aydınlarından, sonradan Belediye Başkanlığı da yapacak olan Kırşehir tarihi yazarı Cevat Hakkı Tarım bu ziyaretle ilgili olarak yaşadığı saatleri gözünden kaçmayan izlenceleriyle birlikte ve o güzel ifadeleriyle anlatır.
Sadece özetleyerek ve seçerek paragraf paragraf bazı kesitlerle verdiğim şekliyle şöyle aktarır:
“Karşıdan gelmekte olan bir posta müvezzii önümde durdu. Sanki gizli bir şey söyleyecekmiş hissini vererek ağzını kulağıma yaklaştırdı, yavaşça: ‘Gazi geliyor’ dedikten sonra da seke seke yoluna devama başladı. O anda arkadan gelmekte olan Sayın Müfit Kurutluoğlu’nun meşhur kupa arabası önümde durduğu için hemen kapısını açarak içine atladım. İlk sözüm şu oldu: ‘Gazi geliyormuş. Şu geçen postacı söyledi. Bu karda kıyamette bu seyahattin sebebi nedir acaba?’ Birinci Büyük Millet Meclisinde Kırşehir mebusu olarak bulunan Kurutluoğlu, gülerek şu cevabı verdi: ‘Bilirim Hazreti. O bir şeye karar vermesin yoksa muhali mümkün kılar..”
“Havadis meraklıları bizim odaya dolmuşlardı. Ortaokul öğretmenlerinden Arif Sıtkı Gönendik dostumuzun ‘Biz de bir heyet teşkil eder, istikbaline koşarız. Aramıza birkaç bayan arkadaş da alsak çok iyi olur’ yolundaki teklifi Sayın Reis’in de hoşuna gitmiş olacak ki, kızını getirmek üzere matbaanın karşısındaki evine gitti. Arif de eşi öğretmen Nesibe’ye haber uçurdu, ben de bizimkini getirmesi için arabalarını rica ettiğim Sayın Müfit Kurutluoğlu’nun ‘Cevat arabacıya söyle yengeni de beraber getirsin’ deyişi beni hem sevindirmiş hem de düşündürmüştü.”
“Müfit Hoca’yı hanımına müsaade ettiği halde kendisinin de aramıza katılmasına bir türlü ikna edemedik. Mecliste muhalif hizipler arasında yer alan Hoca, ikinci seçimde liste dışı edilmiş, adı bazı dedikodulara karışmıştı. Mebusken kapısını aşındıranlar şimdi selam vermekten çekiniyorlardı. Çok seviştikleri, ailece görüştükleri hatta adını verdiği rahmetli mebusumuz ve arkadaşları Kırşehir’e geldikleri vakit bucak bucak kaçıyorlardı. Ne tuhaf tecellileri vardır, şu siyasetin...”
“Karşıdan sökün eden otomobiller halkın önünde durdu. Bir kaynaşma ve alkış tufanı koptu. Ön safta yer alan hükümet erkânı ve cemiyetler temsilcilerinin ellerini sıkan Reisi Cumhur, hastahaneyi ve hastaları da ziyaret edip otomobillerine binerlerken, şöyle göze çarpacak bir yerde mevkii alan ve aralarında kadınlar da bulunan bizim grubu görünce, o bize biz ona doğru ilerlemeye başladık.”
“Arkadaşları birer birer takdim ediyorum. Yengemin önüne geldikleri vakit ‘Eski Kırşehir mebusu Müfit Bey’in hanımları’ deyince gözleri ışıl ışıl parlayarak ellerini uzattılar, sıcak bir sesle ‘Nasılsınız hanımefendi? Müfit Bey’de iyidirler inşallah? Zahmet etmişsiniz çok teşekkür ederim.’ Dedi”
“Atatürk Kırşehir’e geldiği akşam Vali’ye sofrada Müfit Hoca’yı kastederek, Müfit Efendi’ye tesadüf edemediğini söylemiş Vali de vaziyeti idare etmek için “dava takibi için yakın kazalardan birisine gittiğini biliyorum burada olsalardı sofranızda yer alırlardı paşam” demiş. Vali’nin böylesi bir cevabındaki anlamı sezen Atatürk ‘Hoca burada olmasalardı eşleri onun müsaadesi olmadan istikbale gelemezdi. Ben Hoca’nın akidelerini bilirim. Aramızda siyasi görüş ayrılıkları olabilir. Ben onun memleketine misafir olarak geldim. Eski arkadaşlığımızın hatırını sayarak gelmeleri icap ederdi. Hoca eşlerini göndermek suretiyle Türkler ’in güzel bir ananesini ihya etmiş oldular, selamlarımı söylersiniz.’ demiştir.
“Ertesi sabah bütün halk, memurlar Atatürk’ü uğurlamak üzere Vali Konağı’nın kapısı önünde toplanmıştık. Biraz sonra dışarı çıkan Atatürk halkla vedalaştıktan sonra arkadaşlarından bazılarını göremeyince Vali’ye döndüler, şöyle bir nükte yaptılar ‘Ben yalnız hareket edeceğim siz zahmet etmeyiniz, arkadaşların daha uykuda oldukları anlaşılıyor. Ben ileride onları beklerim. Lütfen söylersiniz, paşa döküntüsü gibi arkamdan gelsinler’
***
♦ Not: Atatürk; TBMM’de 29 Ekim 1923’de. Oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra 1938’de vefatına kadar geçen dönemde 24 Aralık 1919’dan sonra çok sayıda yurt gezilerden ikisini de Kırşehir’e yapar. Bunlardan biri 17 Ekim 1924‘de Latife Hanımla bir gece kaldığı gezi, diğeri 1 Şubat 1933’de karlı bir kış gününde arkadaşıyla hususi olarak gelişleridir. Dolayısıyla Atatürk’ün Kırşehir’e toplamda üç gelişi bulunmaktadır.