Yıllar önceydi sanırım… Ben o zamanlar daha çocuk yaşlardaydım. Bizim ikinci taşındığımız binanın ikinci katında emekli bir antikacı yaşardı. Aslında ben onun antikacı olduğunu sonradan öğrendim. Emekli yüzbaşıymış ayrıca, Mehmet amcamız…
Zamanında bir çok cephede savaşmış, anılar doldurmuş yüreğine ve beynine; bir özgün güzel adamdı. Adamdı dedim Mehmet amcaya, çünkü gerçekten bir eski İstanbul beyefendisiydi… Hani annelerimiz derlerdi ya; iyi, güzel adamlar toprak altında kaldılar diye… İşte Mehmet amca da o güzel insanlardandı.
Bir kere kıymet bilirdi; sevgi verirdi, önce çocuklara, kendimden biliyorum ki; o zaman daha on iki yaşındaydım.
Mehmet amca yalnız yaşardı, kocaman bir evi vardı, ve fazlasıyla da eski eşyaları…
Çoğu komşu, biz de dahil eskiyen eşyalarımızı değiştirir, yenilerini alırdık ya, o eskileri asla atmazdı! Hattâ savaş sonrası “Gazi” unvanını da alıp erken emekli olunca askeriyeden, bir antika dükkânı açmış.
O zamanlar eşi Semra Hanım da hayatta imiş ve çocukları… Üç güzel evlâdı; o öyle diyordu… Onun ağzından dökülen kelimeler ile onun yanıbaşındalarmış. Peki bu evlâtlar şimdi neredeler? İş-güç nedeniyle yurt dışına gidince hepsi de, çok sevdiği Semra hanım, çocuklarının hasretine yüreği fazla dayanamadığı için ağır bir hastalık geçirmiş ve kısa bir süre sonra da vefat etmiştir.
Nerede kalmıştık?
Evet, o yalnız kalmış. Ama ona kalsa yalnız sayılmazdı! Nasıl, diyeceğinizi duyar gibiyim! Şöyle ki eşyaların bir ruhu olduğunu söyler ve onlarla dertleşirdi.
Valla inanın, ben bu hikâyenin son perdesini gördüm… Evveliyatında da annemler, teyzemler, amcamlar, her bir çevre bu konuşmalara; sevimli muhabbetlere zaman zaman kısacık olsa da rastlamışlar. Nasıl mı?
Şöyle ki; Mehmet amcamız dükkânda evlerinde istenmeyen eski eşyalara karşı insanlara yeni eşyalar alır verirdi. Tabii ki gücü yettiğince…
Hele çöp kenarlarında gördüğünde koşarak gider, kolunun biri savaş sırasında koptuğundan diğer kolu ile biraz zorlansa da o eşyaları severek, okşayarak, tatlı tatlı kelimeler söyleyerek, önce evine, sonra temizleme işlemiyle dükkânına götürürdü.
Bir gün bu evindeki eski eşyaların birini incelerken ona, çok meraklanarak sordum. Mehmet amca, sen neden bu kadar eski, bozuk eşyayı siliyor, onarıyor ve adeta hayat veriyorsun, dedim. Çünkü bana göre onlar birer enkazdı! Ama ona göre bir hazineydi!
Ah evlâdım, sen bilir misin eşyaların da bir ruhu, dili vardır.
Meselâ bu plâk, benim eşime ilk maaşım ile aldığım, tam yetmiş yıllık bir şaheser… ve bu bando, büyük oğlumun izci kampından bir hatıra…
Onlar bize çok emek katarak, beni, seni var ettiler. İhtiyaçlarımızı karşılayıp; sevinçlerimize, hüzünlerimize ortak oldular.
Şimdi, hadi sen öldün, diyemem ki… Daha ben ölmeden… Daha ben yaşarken…