AKADEMİDE KİBRİN GÖLGESİNDE EĞİTİM

Üniversiteler, toplumsal bilginin üretildiği, fikirlerin özgürce tartışıldığı, genç zihinlerin şekillendiği yerler olmalıydı. Ama bugün geldiğimiz noktada, bu kurumlar bazen tam tersi bir tablo sunuyor: Kibirli akademisyenlerin egolarıyla şekillenen, öğrencilerin korku ve çekingenlikle ders işlediği alanlar hâline geliyor.

Peki, soruyorum size kendini geliştirmemiş, empati kurmayı bilmeyen bir akademisyenden topluma ne fayda gelmesi beklenebilir?

Önce kendini anlamaktan aciz, empati kurmayı bilmeyen, kaprisli ve egosu tavan yapmış biri, nasıl olur da genç bir zihne rehberlik eder? Edemez.

Ama ne yazık ki üniversitelerimizde, her geçen gün bu tabloyu daha sık görüyoruz.

Bir kürsüye çıkıp eline slayt alan herkes “hocayım” sanıyor. İşine gelmeyen bir eleştiri karşısında dersi terk edebiliyor. Oysa akademisyenlik, sadece bilgi aktarmak değildir; bir insanı düşünmeye, sorgulamaya, üretmeye teşvik edebilme sanatıdır.

Ancak bizde durum farklı. Kibirli yüz ifadeleri, öğrenciye tepeden bakan tavırlar, "notu silah gibi" kullanan otorite gösterileri…

Bir öğrenciye haddini bildirmek için değil, öğrenme isteğini kırmak için kullanılan notlar!

Ve sonra aynı hocalar, gençlerin neden derse ilgisiz olduğunu sorguluyorlar.

Sanki suç, o gençlerin merakında değilmiş gibi.

Eğitim bir bilgi işi kadar, bir karakter işidir.

Kendini yetiştiremeyen birinin, başkasını yetiştirmesi mümkün değildir.

Kendini geliştirmemiş, iletişim becerisi zayıf, egosu ilmini aşmış bir akademisyen; ilim yuvasını cehaletle doldurur.

Ve bu sadece öğrenciyi değil, toplumu da karanlığa iter.

Albert Einstein der ki: “Eğitim, okulda öğrenilenleri unuttuktan sonra geriye kalandır.”

Ama bizde geriye kalan, çoğu zaman kırılmış özgüvenler, susturulmuş fikirler ve içi boşalmış bir eğitim sistemidir.

Bugün eğitimin kalitesi neden düşüyor biliyor musunuz?

Çünkü üzülerek söylüyorum ve medyada da çoğu kez örneğine sahit olduğumuz üzere liyakat yerini torpile, donanım yerini gösterişe bıraktı.

Kendini yenilemeyen, gelişime kapalı, öğrencinin gözündeki ışığı görmeyen bu “statü düşkünleri” yüzünden eğitim, içi boş bir formaliteye dönüştü.

Üniversiteler artık fikir üretmiyor; not, sınav, slayt döngüsünde kaybolmuş mekanik alanlara dönüşüyor.

Hâlbuki Sokrates’in dediği gibi, “Eğitimin amacı bilgi değil, karakterdir.”

Ama biz, karakteri en çok unuttuğumuz çağdayız.

Bir düşünün; bir hocanın, sınıfta onlarca öğrenci önünde bir genci hedef alarak “hadsiz!” diye bağırmasını…

Olacak şey mi bu?

Ama oluyor.

Gençlerin gözlerinin önünde yaşanan bu sahneler, bir eğitim kurumuna değil, otoriter bir düzene ait.

Öğrenciler ne yazık ki, öğrenme sürecinde değil, zorbalığın içinde var olmaya çalışıyor.

Eleştiren öğrenci “saygısız” ilan ediliyor, soru soran “şımarık” görülüyor.

Oysa düşünmek suç değildir; düşünmeyi teşvik etmek, bir akademisyenin asli görevidir.

Tabii ki bu sözler, görevini özveriyle yapan, öğrencisinin kalbine dokunmayı bilen kıymetli hocalara yöneltilmiş değil.

Onlar, eğitim sistemimizin onurudur.

Ama diğerleri…

Kibir abideleri, öğrenciyi “altında” gören, kendi unvanının arkasına saklanıp özgüvensizliğini otoriteyle bastırmaya çalışanlar; işte onlar, bu çerçevenin tam ortasında duruyor.

Nietzsche’nin dediği gibi: “Kibir, yetersizliğin maskesidir.”

Ve o maskenin ardında, insan yetiştiremeyen, sadece unvan büyüten bir sistem gizli.

Gerçek akademi, vicdanla başlar.

İnsanı anlamayan bir öğretim üyesi, ders anlatamaz; sadece konuşur.

Empatisiz, sevgisiz, iletişimsiz bir eğitimcinin yetiştirdiği nesil, ezberci olur, sorgulamaz, düşünmez.

Ve böyle bir toplumun geleceği de bilimde değil; korkuda, kopyada ve sessizlikte şekillenir.

John Dewey’in söylediği gibi: “Eğitim, hayata hazırlık değildir; eğitimin kendisi hayattır.”

Oysa bizde eğitim, hâlâ bir korku alanı gibi yaşatılıyor.

Akademideki kibir ve iletişimsizlik, sadece bireysel değil toplumsal bir krizdir. Hannah Arendt’in de vurguladığı gibi, düşünmeyi ve yargılamayı kaybeden bir toplum, özgürlüğünü kaybetmeye mahkûmdur. Eğer akademisyen, öğrencinin sorgulama hakkını yok sayarsa, yalnızca bilgi değil, özgürlük de elden çıkar.

Evet, yineliyorum;

Kendini yetiştirememiş bir akademisyen, topluma fayda değil, zarar verir.

Çünkü bilgisizlikten daha tehlikeli bir şey vardır: Bilgiyi yanlış insanın eline vermek.

Ve bugün maalesef üniversitelerimizde yaşanan en büyük kriz, bilgi değil; insan kalitesi krizidir.

Bu yazı, tüm fedakâr ve öğrencisini gerçekten önemseyen öğretim üyelerini tenzih eder. Onlar candır.

Ama geriye kalanlara küçük bir hatırlatma:

Bir unvan, sizi bilge yapmaz.

Gerçek bilgelik, egoyu susturup, öğrencinin gözündeki ışığı fark etmekle başlar.