AHİ TEŞKİLATI

Halk arasında bir diğerinin başarısından rahatsız olup şikâyet ederek, kusur bularak, kötüleyerek yani hasetlenerek, fesatlık yaparak iş görüldüğü zaman derler ki "1200'lü yıllarda Moğol ordusu karargahını Malya Ovasına kurmuş. Yerleştikleri ilk gece askerler arasında kargaşa çıkmış, bütün Orta Asyayı fethedip gelen orduda ilk kez böyle bir şey yaşanınca Moğol komutanı bakmış ki bunda bir iş var, hemen emir vermiş ve çadırları toplatmış: kalkın demiş bu topraklarda bir iş var, bir fesatlık var, gidelim buradan." Hemen hemen birçok Kırşehirlinin bildiği bu hikâyeyi biri anlattığında diğerleri başını sallayıp onaylar. 

Oysa vatanperver herkesin bu işe, bu söze, bu sözü söyleyene 'dur!' demesi gerek. Orduları dağıldıysa buradaki Ahi Teşkilatını bertaraf edemedikleri için, halkın arasına nifak sokamadıkları için, kadın erkek, genç yaşlı bütün Kırşehir halkının (o zamanki adı Gülşehir) bir olup Moğol ordusunun karşısında bir zırh gibi durdukları için birbirine düşmüşlerdir demek lazım. Pir Ahi Evran Sultan, doksanlı yaşları devirmiş bir koca çınar gibi Moğol karşısında cenk edip şehit düşmüşse bunu tek başına yapmış olamaz tabii ki. Arkasında örgütlenmiş, kenetlenmiş, askerî nizam gibi bir hiyerarşi içinde Kırşehir'in Türkmenleri vardı. Nitekim Moğol ordusu burada tutunamayıp kalktı gitti. Sözün özü; elin uydurduğu bir safsatayı yaymak yerine işin aslına eğilmek, ceddimizin hatırası ve neslimizin kültür varlığı için olumlu örnek oluşturacak hikayelere tutunmak gereklidir.

Şimdi gelelim günümüze;

Tarihteki Ahi Teşkilatını şimdilerde Esnaf Odaları Birliğinin temsil ettiği söyleniyor. Ancak bu yetersiz bir yaklaşımdır. O zamanlarda Ahi Teşkilatı yalnız esnaftan değil bütün bir halktan oluşuyordu. Tamam, o zamanlar günümüzdeki gibi memuriyet kavramı, öğretmenlik kavramı, doktorluk mesleği, veterinerlik, çöpçülük, bekçilik, dişçilik gibi sayarak çoğaltabileceğimiz iş kolları yoktu. Oto tamircisi, taksici, uzun yol şoförleri vs. yoktu. Yani bugün bir Ahi Teşkilatı kuracak olsak yalnız Esnaf Odalarına kayıtlı olanları mı almalıyız yoksa bütün halkı dahil edip herkesin "helal kazanç" için, doğru, dürüst, hilesiz iş görmesini, ne iş yaparsa yapsın severek, o işi bir ibadet gibi görerek yapmasını teşvik etmek için mi adım atmalıyız?

Cevap ortada.

Peki bunu kim yapabilir? Kimler bu işe önayak olmalı?

Denize düşen damla misali her mahalde iyi niyetle yola çıkıp çevresine sirayet ederek bir dernek, bir çalışma grubu kuran birileri oluyor. Ancak denizin bundan haberi olmuyor.

Bu yazının maksadı o denizin mâliklerini göreve çağırmaktır.

Kim o denizin mâlikleri?

Kırşehir bazında düşünürsek;

Valilik makamı,

Belediye makamı,

Garnizon komutanlığı,

Üniversite yönetimi

Sivil toplum kuruluşları ve bütün bunların bağlı birim amirleri.

Yani PROTOKOL.

Ne yapar bu kurumlar?

Ders anlatmayı, anlattığını dinletmeyi, dinlettiğini öğretmeyi beceremeyen kötü öğretmen savunması gibi; hani der ya öyle öğretmenler "vallahi çocuklar dinlerseniz, öğrenirseniz kendinize, ben öyle de böyle de saatimi doldurur maaşımı alırım. Siz bilirsiniz."

Bu kurum temsilcileri de biz mesaimizi doldurur maaşımızı alırız demezler herhalde!

Ne derler? Ne demeliler?

Önceliğimiz memleketin selâmeti, vatanın ve vatan evlatlarının, vatandaşlarımızın salâhiyeti! Herhangi bir sebeple ayrılmamalıyız birbirimizden. Şahsi olarak hangi ayırıcı unsuru taşırsak taşıyalım (ırk, dil, din, renk, parti, takım vs.) temsil ettiğimiz makamlar gereği "her şeyin özü insan" demeliyiz.

İnsanın derdi ile dertlenip onların keyfi ile huzur bulmalıyız.

Ayda birden uzak olmamak kaydıyla hatta Cuma'nın yerini bulması maksadıyla haftada bir, bir araya gelip halkımız için ve hatta halkımızla cem olmalıyız.

Her şey para değil! Aslî vazifesi iyi bir insan, iyi bir vatandaş olmak olan herkes mesai gözetmeksizin iyilik, paylaşmak, kardeşlik derdine düşmeli.

Derler ya borcun iyisi vermek, derdin iyisi ölmek diye o sözün de aslında "derdin iyisi kardeşlik, onun da çaresi paylaşmak" şeklinde değişmesi gerek.

Makam sahibi ağabeyler!

Oturun bir masaya ve vatandaşın derdiyle dertlenin. Vatandaş olarak bizi de çağırın sonra.

İkram da istemeyiz; Yunus misali azığımızı toplar gelir, yükünüze omuz veririz. Siz bir olup kardeşlik çağını başlatın yeter ki biz sarı öküzü bile kurban ederiz.

(Buradaki sarı öküz Yunus Emre'nin Hacı Bektaş Dergahına giderken yanında götürdüğü sarı öküzdür, Bertolt Brehct'in Sarı Öküz hikayesine telmih değildir. O hikâyeyi de bir başka zaman hasbihal ederiz.)

Madem Yunus Emre'yi andık onun bir dörtlüğü ile sözü tamam edelim.

"Sen sana ne sanırsan

Ayruğa da onu san.

Dört kitabın mânâsı

Budur eğer var ise!"