Hangi coğrafi koordinat dile gelip enlem ve boylamlarıyla seslenebilir şöyle içten: “Nöörüüyon, gurban olduğum?” diye… Söylenildiği gibi dünyanın tam ortasında mıdır bu kent? Şu dar-ı dünyada uçsuz bucaksız engin bozkırı misali geniş midir bu coğrafyada yaşayan insanının gönlü?
Hirfanlı Barajı kadar sakin, Seyfe Gölü gibi serin midir yüreği? Kılıç gagalara, kazlara, sumrulara, balabanlara ve olmazsa olmaz her türkünün ortasına bağdaş kurup oturan “turnalar”a ev sahipliği yaptığı kadar hoşgörülü müdür havası? Toprağının altında yatan Âşık Paşa’sı, Cacabey’i, Şemsi Yastıman’ı, Muharrem Ertaş’ı ve Neşet Ertaş’ı kadar derya deniz midir insanlarının tümü?
Sağda Kaman, solda Mucur görünür… İçlerinde, içerilerinde Boztepe’yi, Akpınar’ı, Akçakent’i, -her dem adını ansak azdır- Neşet’in acılarla dolu yaşamının ilk kavşağı olan Çiçekdağı*… iki büyük kentin kıskacında kalmış, bundan olsa gerek boy verip filizlenememiş, bunu gurur meselesi yapmayıp “şirinliğiyle” adını hiç övünmesiz duyuran; kimilerinin haritada yerini bilmediği, bileninse gözleri parlayarak tanımladığı şehir.
Yanlışım varsa affınıza sığınırım, tarihte hiç düşman postallarını topraklarında duyumsamamış bu güzel kentin yüreğinde kara bir leke olarak duran yazısı da yok değil. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde rahmetli Menderes’in marifetiyle ilden ilçeye çevrilen tek kent olma özelliğini de bir yara olarak taşımaktadır bağrında. Şehrin maddi manevi gelişimi açısından birtakım engellere önayak olmuş mudur bu durum? Bilemem. Olduysa da vebali Menderes’in boynuna.
Türkülerinde de geçtiği gibi “şirin” bir kenttir. Küçüklüğünden midir, kışları Kayseri/Ankara gibi ayazının insanı kesmemesinden, yazın ülkem aşırı sıcaklarda kahrı perişan olurken seher vakitlerinde, yatsı demlerinde esen tatlı, okşayıcı yeliyle insanı rahatlatan ikliminden midir, biberinin, cevizinin ve tabi ki pekmezinin lezzetinden midir, abdallarının yüzyıllar öncesinden süzülüp gelen geleneklerini sevgiyle, canla, binbir emekle devam ettirmeye çalışmalarından mıdır?
Bir yerde çaresizdir bu kentin bu güzel gençleri. Alternatifleri yoktur okumaktan başka. Tarım, hayvancılık, sanayi. Maalesef yetmemektedir. Ve fakat ezilmiş, sömürülmüş, yok sayılmış insanların dirençlerini/direnişlerini sanatlarına yansıtmaları gibi bu olumsuz durumu da başarıya çevirmiştir bozkırın/umutsuzluğun gençleri. Dersim’in gençleriyle birlikte kardeşçe, dostça, yoldaşça hemen her sınav listelerinde liderlik koşusunun bayrağını atbaşı taşımaktalar. Bu bağlamda eğitimli, donanımlı, çalışkanlardır. Yuvadan uçan kuş misali eğitim almaya çıkarlar ve dönüşleri bir daha zor olur bu gençlerin. Hayatlarını idame ettirirler büyük kentlerin merhabasız, soğuk, kalabalık, hareketli caddelerinde. Nerde bir kırk plakalı araç görseler, vakitli vakitsiz bir yerden bir yere yetişmeye çalışırken nerde bir türkü duysalar burunlarının direği sızlar. Acıyla düğümlenir boğazları.
Dedik ya küçüktür, şirindir bu nadide kent. Küçüklüğünden olsa gerek hemen herkes bilir, tanır birbirini. Yanlış anımsamıyorsam; Yağmurlu köylerinin az biraz “heybetli” (sanırım okuyucular anladı) oluşunu, Dulkadirli köylülerin ya demircilik ya boyacılıkla uğraşmalarını, Yabanlı köylülerin biçerdöver işiyle uğraşıp aklını çalıştıran insanlar oldukları hemen herkes tarafından bilinir. Her zaman olumlu, pozitif, müşfik, latif midir bu şehir, hiç mi noksanı, düzeltilmeye değer bir yanı yoktur? Demeye pek de dilim varmıyor ya maalesef öyle değil. Kimilerinin meslek haline getirdiği kimilerinin kendini zorlasa da vazgeçemediği kimilerinin “böyle gelmiş böyle gidiyor işte” dediği “dedikodu” denilen, insanı illallah ettiren öyle bir sarmal var ki sanırım birkaç kuşak daha -psikolojik olarak- kadim şehrin; güzel, narin, hassas insanlarını eritmeye devam edecek. Evet, hemen her kentte bu nahoş durum vardır dediğinizi duyar gibiyim. “Nöörelim” bu da nazar boncuğumuz olsun.
Ah, diyorum ah… bir de dağları olsaydı. Yalçın kayalıklarına çıkıp zirvesinde bir türkü tutturmak için değilse de bakmak, sadece bakmak… sicim sicim süzülen gözyaşlarını, derdini, acını, sessiz çığlıklarını; gönencini, umudunu, yaşama sevincini, yarınlara gebe direnişini dağlara yükleyip bir nebze sağalmak.
İsyanını, hıncını, küfrünü savurabileceği diş diş sivri, heybetli kayaları olan, eteklerinde çiçekleri menevişlenen, şafak vakti sisin, tül perde misali kendisini gelinlik kız gibi sarıp sarmaladığı adı belli, kendisi görkemli, yaşlılarının dualarına nail, yolcularına parmak ısırtan bir dağı olmasa da… Bu hasret boşluğunu da Muharrem Ertaş doldurmuş. Yüreklere su serpercesine Dadaloğlu koçaklamasının ezgilerini sazının tellerine ilmik ilmik nakşederek: “Ferman padişahın ey dost/Dağlar bizimdir!”
Burcu burcu türkü kokan, kimi zaman insanı yersizce umutsuzluğa sevk eden ama yine de demli bir çayın koyu sohbetinde geleceğe, aşka, ışığa, kardeşliğe hazır bu kentin yüreğimdeki terazisi, sırf memleketim olduğu için değil sadece “Neşet” ögesiyle bile bedel olmaya yeter kentlere, kentlilere…
Velhasıl; İnsanıyla, tabiatıyla, iklimiyle, ezgileriyle, mağrur edasıyla salınır ve tarihiyle ispatlar kendisini, “bilinçli” bir kenttir burası. Şehrin girişinde yolcuları sımsıcak gülüşüyle kucaklayan, dünyayı meydan okuyan bakışıyla selamlayan, heybetli “Mustafa Kemal”inden belli!
Hala neresiymiş bahse konu kent diye mi düşünüyorsun? Başlıktaki koordinatlara bak, seni çiğdem çiçek güzelliklere eriştirecek…
Esenlikle…
*Kırtıllar köyü, o zamanlarda Çiçekdağı’na bağlı bir köy iken sonradan Akpınar’a bağlanmış ve mahalle statüsünü almıştır.